Hayvanlara merhamet et!..
Cenab-ı HAKK tarafından sana emânet edilmiş bir nimettir.
Emânete hiyanet Cenab-ı HAKK’a hiyanettir...
Sakın kimseye hakaret gözü ile bakayım deme!..
Unutma ki ALLAH'ın dostları bin bir şekil, kıyafet ve edâ içinde gizlidirler.
HAKK’ın nimetlerinin şükrünü ifâ et!
Nîmet gelir, şükrü görmezse gider.
İlmi var, ameli yok. Ameli var, ihsanı yok...
ALLAH'ın dostlarının yüzünü görmek nimetine erişmiş de, onlara bağlanmasını bilmez!
Denizin dalgası bazan kabarır da sahile vururken:
“Ben varım!” diye mırıldanır.
Deniz de ona:
“Sen yoksun, ben varım!” der...
Aman gururlanma, gönül kırma, tepelenirsin!
Kıyamete kadar, HAKK’'ın bu misafirhanesinde, ALLAH'ın dostu eksik değildir, unutma!..
Sadaka ALLAH namınadır.
Sadakada nefsin haz duymasın... Yuvarlanırsın aman dikkat et!...
“Ben şunu yaptırdım, câmi yaptırdım, köprü yaptırdım, çeşme yaptırdım... Şu kadar fakir besledim, şunu yapıyorum!” deme!..
Diyenler zâten küfre sapmışlardır.
İbadetleri de iyilikleri de boşunadır...
Bu âlemde ALLAH'ın muhatabı insandır.
Namaz ALLAH'a yaklaşmanın merdivenidir...
Merdisensiz, iki katlı evine bile çıkamazsın.
Bu merdiveni bırakma, boşlukta kalırsın...
O merdiven çıkıldıkça nûrlaşır.
Nûrlaştıkça temizlenir....
Billur gibi bir ruh, temiz kokulu bir cesed, hikmet dolu bir akıl ile ALLAH'a kavuşursun.
Ebedî hayatta nûr âlemi içinde haşrolunursun.
Kulların tealisini isteyen Cenâb-ı ALLAH bundan, dolayı namazı katî bir emr-i ilâhî ile farz kılmıştır.
Şekli de Ta’lim-i İlâhî ile farzdır...
Keyf yapmak istersen; helâl hududu keyfe kâfidir.
“Haram kapısını çalayım!” deme!
Bâzan bir saatlik zevkin, bir ömre bedel azabı olur.
Her musibetin altında, ne büyük nimetler gizlidir.
Musibetlere hakikat cephesinden bakılırsa, bir Rahmânî ihtar olduğu anlaşılır.
Sokakta elinden düşürdüğü şekerini yerden tekrar almasını babası çocuğa meneder.
Çocuk:
“Alacağım!” diye israr eder, babası eline vurur, çocuk şikâyet eder, ağlar, tepinir.
Hâlbuki babanın çocuğu himaye ettiği aşikârdır.
Bu muvakkat hayat yolculuğunda, her insanın bir gayesi vardır.
Kimi maddî servet ve şöhrete, kimi manevî huzura kavuşmağa çabalar.
Kimisi beşerî perdeleri yıkıp ALLAH'a kavuşmağa uğraşır...
İnsan kendi meyline göre;
Ya nefsinin arzularına tabi’ olarak kötüye gider, alçalır...
Yahut ruhun ulviyetine tabi’ olup iyiyi ihtiyar eder, yükselir.
Yüksek ruha sahib insanlar vicdanlarında geniş bir tasfiye yaparak hidâyete erişmek yolunu tutmuş ve fanî hayatın hududlarını aşmak istemiştir.
Bu tekâmülü kendiliğinden sezmekle mümtaz bir insan olur.
İnsanın binlerce arzu ve emellerle yüklü nefsiyle mücadeleederek, muhtelif temayüllerini, şehevî ihtiraslarını önleyip onu kötü ve mülevves olan her
şeyden ayıklamak, çok güç, bununla beraber çok ulvî ve kudsî bir feragattir. Bu sûretle elde edilen manevî varlık en yüksek bir mertebeyi ifâde eder.
Mahsusa taallûk etmeyen bu gibi kıymetlerin tâyinini müsbet ilimlerden istemek imkânsızdır.
Zâten her kıymet, izâfî olarak akıllı yoldan idrâk edilecek bir vasfa mâlik değildir.
Nitekim, bazı kıymetler vardır ki olgunlaşmış ve bir nevi hidâyete erişmiş insanlar tarafından kabul edilir ve itikad olunabilir.
Fakat isbat edilemez.
İnsanların akla uymayan şeylere karşı mukavemet edilmez bir temayülü bulunduğu da inkâr edilemez bir hakikattir.
Bazı insanlar bazı kıymetler için yaşar, hatta onun için hayatlarını fedâ eder, fakat uğrunda can fedâ edilen şeyin riyazî katiyetle isbatını kim verebilir? Namus için, Vatan için...
Ölümü göze alabiliriz.
Bunun bir Belâgat olduğunu iddia etmek tamamiyle kıymetten âridir.
Bu kıymetler kudsî arzuların neticesidir.
Ruhî huzur ve sükûna ermek, ebedî ve sermedi hayata erişmek, için şahsî menfaate arka çevirmek çok büyük bir fazilet eseri ve çok büyük bir ruh başarısıdır.
İşte çilelerle ömür geçiren evliya mertebesine çıkan mübârek insanlar, gönül deryasının hududsuz derinliklerine kendilerini atmış, gıbtanın üstünde bir gıbta ile aranılacak büyük ve kudsî şahsiyetlerdir.
Bunlar Kur’ân âyetlerinde gördükleri ledünnî mânâ ve onun derin ve gizli mefhumlarına ermek hususundaki fikrî cehid kahramanlarıdır.
Müsbet ilim denilen kör ve tek gözle bakış mefhumu insanı beş duygunun kuru bir makinesi hâlinde görüyor ve insanın şahsiyetini hiçe sayarak onu terkib, tahlil ve tecrübe mezhebine âlet etmiş oluyor.
Bu zihniyet içinde;
Ey ziyâretçi!
İçinden geldiğin dünya ve insanlık; madde ve kuvvetin tesir ve hesabı karşısında, bilgisini, tecrübî usullerle bir asla ve bir kanuna bağlamak mecburiyetinde kalmış, tecrübe ve müşahedeye girmeyen metafizik hâdise ve kuvvetlerin karşısında, inkâra sapmıştır.
Bu müsbet ilimler çerçevesinin ortasında mahsur kalanların, îman dünyasına hakaretle arka çevirip, maddî bir uzuv olan gözün göremediği kudret-i ilâhiyeyi göremedikleri için inkâra kalkışması, aczin üstünde bir aczin ve budalalığın ifâdesidir.
Müsbet ilim sancağı altında toplanan bu sınıf cali’ bir gurur ile münkir daha doğrusu yalnız maddeye bağlı bir dinsiz tipi çıkarmış ve bu nazariye insanı zaruri olarak ye'is ve ümitsizlik çukuruna sürüklemiştir.
Onların nazarında;
Akıbet yok,
ALLAH yok,
Saâdet yok,
Mesüliyet yok...
Kalb ve ruh gözü ile kâinatı gören mübârek insanlar bunlara acıyor....
İnsanlık, tabiatın en korkunç taraf ve hadisesi olan karanlığı gidermek için çok büyük emekler sarfetti.
Çıra, mum, kandil ve nihâyet petrolü buldu...
En son, nûr hâlinde elektriğe kavuştu, fakat o kandiller, elektrikler ancak onun dışını aydınlattı.
Müsbet ilim gururlanıyor maddeyi aydınlattı, insanlığın iç âlemini tenvir edemedi, edemez, edemiyecektir de....
Ey ziyâretçi!
Canın sıkıldıysa geri dön!
Çünkü sen hâlâ:
“Bahçede ne var?” diye düşünüyorsun.
Daha çok lâflarımız var.
Seni temizliye temizliye en sonunda bahçeye sokacağız...
İnsanoğlunun HAKK'a vâsıl olması, Aşk-ı Rabbânî iledir.
Bu aşkın tedariki için, pota-yı Muhammediye'de erimek şarttır.
Bu pota'ya girebilmek için, îmandan feyz almak zarurîdir.
Tuz gölüne düşen en pis hayvanın her zerresi tuza inkılâbeder (dönüşür). Memleha-yı Muhammediyye'ye düşen insanın her türlü şekaveti saadete, kesafeti letafete inkılâbeder.
Bundan dolayı dünyaya, imkân Âlemi demişlerdir.
Hazret-i Resûl'ün nazar-ı akdesiyle iltifâta nâil olan mücrim derhâl muhterem olur.
İman, aşkı, tedariki din ile olur.
Din; sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir.
Bu dinin umdeleridir.
Âlemde aslını, esasını bilmek aşkına din derler.
Müsbet ilimler bu âleme nereden geldiğimizi söyleyemez.
Fen, hâdiseler arasındaki münasebeti araştırır.
Fen, nasıl:
“Din niçin?” sualine cevab verir.
Dünyadaki büyük dinlerde vahdaniyet yalnız islâmiyet'te vardır.
Bütün mevcudat onun azameti altında toplanmağa mahkûmdur.
Dinin muallimlerine enbiyâ derler.
Bunlar ALLAH'ı isbata değil, ilâhi kelimeleri ilâna gelmişlerdir.
ALLAH, muhtac-ı isbat değildir.
Peygamberin tanıttığı gibi ALLAH'ı tanımayanların ALLAH'a îmanları doğru
olamaz.
En kalpazan şöyle anlar:
“Ben içinizden biri gibiyim.”
Biraz akıllısı:
“Ben sizin heyet-i mecmuanız gibiyim, içinizden biriniz gibi değilim.”
Bu ne demektir?
Bu âleme gelen her ferdin diğer fert üzerine tercih olabilecek bir sıfat-ı âliyesi vardır.
Bu sıfat dolayısiyle bu âleme gelmesi iktiza-yı hikmet olmuştur.
Meselâ:
Ben sizden iyi görürüm.
Siz de benden iyi yazarsınız.
Fakat sizden daha iyi okurum.
Okuyuş sıfatım size tercihimi sağlıyan sıfattır.
O hâlde daha iyi anlıyanlar:
“Bilûmum sizdeki sıfât-ı kemâliye bende vardır!”
Resûl'ün:
“Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz.” demesi bir iltifâttır.
Dünyada ümmetine serbestî vermiştir.Yoksa bilmek değildir.
“Ben ahlâkı tamamlamaya geldim.” demeleri bunun delilidir.
Resûlullâh'ı biraz daha iyi anlıyanlar da:
“Yâ Muhammed! Onu sen atmadın biz attık!” âyetini anlıyanlardır.
O hâlde ALLAH'ı bulmanın yolu:
Bir ALLAH dostu bulmakla başlar.
Bu yola giriş Resûl'e hakikî bağlanışla başlar...
Ve bütün akıl çerçevesi içindeki hâl ve hâdiselerin bulunmadığı ve en mahrem yer olan zât-ı tecellî makamında son bulur.
Buranın ilmine vukuf, vahiy ile gelir, Melek vasıtasiyledir.
Peygamber'e mahsustur.
İlham ile gelen ilim, sıddîkıyet makamında başlar.
Bu makamda sarhoşluk yok gibidir.
Fakat burada da benlik akıl ve nefisle alâkasını kesmediği için asgarî hatâ mevcuddur.
Manevî saffet, benlik, ile başlar.
Tasavvuf, şeriatların mânevîyâtıdır.
O hâlde Nübüvvet ve Risâlet ile başlar diye kabul et...
Dünya ve Âhiret diye söylenen sözlerde bir şey gizlidir.
O da insanda şeriatı gerçekleştirmektir.
Bu gerçekleşirse insanda ALLAH'ın rızâsı karar kılar.
İşte dünya ve âhirette kıymet bu rızâdadır.
Bu rızâ da şeriat ile elde edilebilir.
İnsan şeriata bağlandığı nisbette, nefsaniyetten uzaklaşır...
Şeriata uygun olmayan ve sözde nefsin kırılmasını gaye edinen bâzı mücâhede ve riyâzatlar, nefsi kırmak yerine kuvvetlendirir.
Birçok Hintliler riyâzat ve mücâhedede hiç kusur yapmazlar, ancak nefislerini kuvvetlendirirler, başka bir şey elde edemezler.
Bâtın-ı irfana talib olan şeriata sıkı bağlanacaktır.
Aksi hakkında söz yürütmek abestir, beyhudedir.
Münakaşadan bir şey çıkmaz.
Burası münakaşa yeri değildir.
Bu iş akıl işi değildir, zevk işidir.
Onun için mevzu’umuzdaki sözlerimiz kitaplarda yoktur...
Bugünün gafil madde dünyasının sonu olmadığı; bin küsur senedir ortada bulunan Ruh İmparatorluğu’nun ebedîliğindeki mânâyı idrak edenlerin azalması, dimağlara bir fiske vurup kendilerini toplamağa sessiz bir ihtardır... Bu yazıyı okumak arzusunu merak hissi ile değil, eksiklerini tamamlamak maksat ve hevesiyle okursan oku!..
Yoksa kendini yorma, çünkü insanı sıkar...
Sevmediğin bir filmi seyrederken duyduğun üzüntüyü duyarsın...
Bu da senin için hayırlı değildir.
Anlıyamıyorsan hakikati biz gösteririz.
Vazifemizdir.
Borcumuzdur...
Tâ ki sen anlayana kadar...
Her zaman müşkillerini sor...
İnanmadığını, kimya lâboratuvarından tüp içinde inanacağın şekilde anlatırız...
“Ateş bilmem falanı yakmıyor, nasıl olurmuş?”
“Olur!”
Gel sana da göstereyim, hem de öğreteyim...
Yakmadığını gör, fakat aklın sarsılmasın...
Sen, bütün şüun’u; 300 sahifelik fizik, 400 sahifelik kimya,70 sahifelik mantık kitabının içinde mi zannediyorsun?
Kâinat orkestrasında aklın, ruhun tellerini akort edecek insanı bul! Akordunu yaptır da namütenahi ebedî konserin içinde gaşyol!..
Kâinatı anla!..
Peygamber'i bil, ALLAH'ını müşahede et!..
Lâflarım edebiyat değil.
Zevkle okunsun da diye değil.
İhtiyar-ı zahmet et gel bul!
Hakikî yolcu isen dermanını bul!..
Bir nazarla bir yakaza içinde gör!.
Ondan sonra git madde âlemine haykır!..
Haykır o budalalara..
O zavallılara!..
Madde peşinden koşan, kudsî âlemi bilemez.
İnsan ruhu kandil gibidir, ilim onun aydınlığıdır, ilâhî hikmet, kudsî âlem onun zeytinyağıdır.
Ruh ve kalbin arzulariyle, bedenin hırçın isteklerine karşı koyup, sabretmeyi kendinde hakikileştiren insana semavîler hizmetçi olur.
Madde ve dünya için o kadar zahmet çekiyorsun.
Biraz da HAKK için zahmet çek!..
ALLAH buyuruyor:
“Benim nâmıma zahmet çeken kulun günahlarını izzetim hakkı için mahvederim!”
Sevinci, feragatte ara!..
Başkalarının mâlik olduğu şeylere göz dikme!..
Kalb arzularının kapısını kapatırsan, insaniyetin en şiddetli şuûruna mâlik olursun...
O zaman bu hâdiseler, bu tecellîler anlaşılır.
HAKİKÎ KULLUK; ibâdet, mücâdele ehlinin işidir. İlme'l- yakîn ile başlar.
UBÜDİYYET; yakınlık ehli işidir ki ayne'l-yakîn ile başlar.
Resûlullah bile Mi'râc'a bu sıfat ile kabul buyurulmuştur.
UBÜDİYYET; müşahede ehlinin işidir. Hakka'l- yakîn ile baslar.
Bu mertebe başlamadan evvel insanda hayâ denilen bir sıfatın belirmesi lâzımdır.
HAYÂ; hukuk-u İlâhiyeyi ve Rabbanî emirleri yerine getirmedikçe ALLAH'dan bir şey istememektir.
Bu sıfat, yâni hayâ, kulun kalbi ile ALLAH arasındaki perdenin azalmasından sonra husule gelir.
Bunları vehleten anlamak güçtür.
Şunları evvelâ tefrik etmeğe çalış:
Sünnetu'llah nedir?
Âyetu'llah nedir?
SÜNNETU'LLAH; tabiî kanunlardır.
ÂYETULLAH; kâinatta hüküm süren kanunlardır.
Bunlardan âyet-i ilâhiyeyi düşünmek farzdır.
“Siz sünnetu'llâhı öğrenebildiğiniz kadar bilirsiniz. O bildiğiniz miktarda değişiklik bulamazsınız...”
Ne tebdil ne de tahvil edildiğini göremezsiniz, fakat keyfettiğiniz sünnetin zâhir eserleri de zarurî değildir.
Kâinat ALLAH'ın ihtiyâr-ı ef'alinin eserlerinden ibarettir.
Bu eserlerin bizzat tegayyür etmesine imkân yoktur.
Akıl, ALLAH'ın varlığını bildirir.
ALLAH'ın varlığını bilmekle, ALLAH'ı bilmek arasında fark çok büyüktür. ALLAH, akıl ile bilinse idi, bulunsa idi; kitaba, nebî'ye hacet kalmazdı.
Dış âlem üzerinde elde edilen bilgi mahzun ve mükedder anlarda duyulan ahlâkî ve manevî boşluğu dolduramaz.
Fakat manevî ve ahlâkî bilgi dış âlem hakkındaki cehâleti daima teselli edecektir.
Ve böyle kalacaktır...
Başınızı semâlara kaldırınız, durduğunuz yerden ötesini tasavvurdan muhayyileniz yorulacaktır, fakat tabiatın mu’cizeleri tükenmiyecektir.
Bunlar hep sünnet-i ilâhiyedir.
Göze görülen bu âlem, kâinatın muazzam sinesinde ancak belirsiz bir izdir. Hiçbir fikir aslına yaklaşamaz.
Anlayış melekeleriniz tasavvurunuzun hududunu aşsa, eşyada saklı olan hakîkata kapılsa, ancak ufak zerreleri meydana çıkarmış, olursunuz.
Bu da merkezi her yerde olan, yüzü hiçbir tarafta bulunmayan namütenahi bir küredir.
Muhayyilelerinizin en nihâyet bu düşünceler içinde kayboluşu ALLAH'ın sonsuz kudretinin hissolunan en büyük mümeyyiz vasfıdır.
İnsan ALLAH'a, varlığı hakkındaki delil ve isbatların sayısını artırmakla değil, ruhundaki ihtirasların sayısını azaltmakla, bir iman ve i’tikad sahibi olmağa çalışmakla yaklaşır.
Bunu bir zamanlar sizin gibi şüpheci olup her türlü dünya saadetlerini atarak hâlasa kavuşmuş olanlardan öğreniniz!
İlk defa inanmış ve i’tikad etmiş gibi görünerek hareket ediniz, dua ediniz, ibâdet ediniz, bu hâl, tabiî bir şekilde sizi îman ve i'tikada doğru götürecek ve aklınızı yenecektir.
O zaman hakikî değerinizin ne olduğunu birbirinizden öğreniniz!
ALLAH'ın sesini dinleyiniz!
İman size, beş duygunuza aykırı bir şey göstermez.
Onların sezemediği şeyleri bildirir...
İman, beş duygunuza, aklınıza, zıt bir şey değildir, onların üstünde bir inanıştır.
Aklın muhakemesine her şeyi vurmak istersek, o zaman îman saçma ve gülünç gelir sana...
ALLAH'ı hisseden, akıl değil, kalbdir.
İşte îmânın insana öğrettiği şey de budur.
Bir insandır, câhildir;
Muhakeme etmeden ALLAH'a inanmış diye hayret etmeyiniz!
ALLAH onların kalblerine sevgisini indirmiş, onlar da kendi nefislerinden nefret duymuşlar, bu da îman ve i'tikada meyil uyandırmıştır.
Ne olurdu akıl olmasaydı, insanlar his ve sevk-i tabiî ile hayatlarını sürselerdi?
Başlarını secdeden kaldırmayacaklardı...
Asıl hüner, gaflet ânında ALLAH'ı bulmaktır.
Gaflete dalanlar için karanlık, aydınlık müsavidir.
Uyuyan gece ile gündüzün farkında değildir.
Karanlık ile aydınlığın müsavi olmadığını anlamağa çalış, elinde fırsat varken...
Ölüm çattığında pişmanlık çok acı gelir.
Dünyada iken vakit kaybetmeden, güneşle deryayı ayırmağa çalış!
Bunu ayırdığın zaman gözlerin her iki dünyayı da görmeğe başlar...
Bir an gelir ki geçmiş, gelecek her şey rüya âlemi gibi olur.
Ölüm: Hikmet âleminden alâkası kesilip kudret âlemine dalış demektir. Bunu iyi öğren!..
Küfürden kurtulamazsan, hiç olmazsa zulme gitme!..
İnsan küfür ile idâme-i hayat edebilir, fakat zulüm ile, asla!..
Madde âleminde ruhu bunalmış bitkin insanoğlu!
Eğer manen hasta olduğunu hissediyorsan:
Bu da senin için bir müjdedir.
Mânevîyat hastahanesine git!
Bu hastahanenin başhekimi Resûl-i Ekrem'dir.
Asistanları Enbiyâlar, hastabakıcıları Evliyalardır.
O hastahane ücretsizdir.
Menfaatsizdir, iltimassızdır, vizitesizdir...
Hastahaneye kapıdan girerken seni memur, kapıcı karşılamaz, bizzat Başhekim Resûl-i Muhterem karşılar.
Oraya girdikten sonra tedavi olmadan çıkamazsın.
Şifâyı alan Saâdet yolunu bulur.
“ALLAH yolunda tozlanan ayaklara ALLAH cehennem ateşini haram kılmıştır.” ALLAH yolunda ayakları tozlanmak nefsinin hayrını terkederek ALLAH'ın mahlûklarına hizmetle olur.
Madde âlemi, radyo, telsiz, televizyon, atom, birçok buluşlarıyla bağırıyor, sanki kendileri bunları yarattı.
Bunlar, Sünnetu'llahda gizli hâdiselerin, zekâ ve akıl ile bulunup terkib edilmesidir.
“Bunlar bulundukça Cenâb-ı HAKK'ın azameti idrâk ediliyor.” demektir.
Bu buluşlarınla gururlanma, inkâra gitme!
Evvelâ Ölümü kaldır, zevali dünyadan zeval et!
Fakir insanı kaldır.
Mezar kapısını kapa!
Bunları yapabiliyorsan, gel konuşalım!
Çâresi varsa söyle dinleyelim...
Yoksa:
Mırıltıyı bırak!.. Cırcır etme!..
Daha beyazlaşan saçının rengini, kırışan yüzünün buruşuğunu gideremiyorsun!..
Emanet : Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. * Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey. * Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen. * Osmanlılar Devrinde bazı devlet dairelerine verilen isim. Şehr emâneti, Rusumat emâneti gibi...
Hıyanet : Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
Hakaret : Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
Edâ : Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak. * Tarz. Üslub. * Şive. * Tekebbür. * Fık: Namazı vaktinde kılmağa "Eda" ve vakit geçtikten sonra kılınan namaza da "Kaza" denir. (Bak: Kaza)
İfa : Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak.
Kıyamet : Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı.
Sadaka : Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.) (Bak: Belâ)
Nefs : (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. * Hamiyet.(Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. M.)
Muhatab . Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs.
Haşr : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet. * Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb-üz Zeneb)
Teâli : Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.(Bu zamanda İslâmiyetin tealisine en büyük bir sebep, maddeten terakki etmektir. M.)
Kat’iyyen : Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman
Farz : Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.) * Takdir veya beyan eylemek. * Bir şeyi delmek, gedik açmak. * Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus. * Addetmek, saymak, tutmak. * Fık: Din hususunda icrası vâcib, terki mâsiyet olan Hükm-ü İlâhî. Kur'an-ı Kerim veya Hadis-i Şerifle sâbit olan Cenab-ı Hakk'ın kat'i emri: Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söylememek gibi...
Ta’lim : Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Keyf : Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.
Helal : Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı.
Kâfi : Kifâyet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
Musîbet : Afet. Belâ. Felâket. Hastalık. Dert.
İhtar : Hatırlatmak. Dikkati çekmek. Tenbih. Uyarma. Kalbe gelen doğuş, ilham.
Himaye : Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme.
Muvakkat : Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
Gaye : Maksad, kasdedilen, netice, sonuç.
Meyl : Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı.
Tabi’ : Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.
Ulviyet : Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.
Tasfiye : Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek.
Temizlemek. * Hesabı kapatmak.
Fâni : Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir. (İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fâni olur. İ.İ.
Mümtaz : Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş. * Ayrı tutulan.
Emel : Ricâ, ümid, şiddetli istek. Ummak. * Gaye. (İnsanları canlandıran emeldir, öldüren ye'istir. M.)
Mücadele : (Cedel. den) İki kişinin bir şey üzerine çekişmesi. Uğraşma. Savaşma.
Muhtelif : Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
Temayül : (C.: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek. * Bir yana çarpılmak. * Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek.
Şehevî : Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.
İhtiras : Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu.
Mülevves : Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. * Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan. * Tazelenmek için suda ıslatılmış şey. * Karışık, intizamsız.
Kudsî : (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
Feragat : Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek. * Boşalmak, hâlî olmak.
Mahsus : Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan. * Aşikâr, belli, zâhir, meydanda.
Taalluk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
Müsbet : İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan. * Menfînin zıddı. Pozitif, olumlu. * Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan.
Menfî : Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz.
İzaaafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.
Vasf : Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.
Mâlik : Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.
Hidayet : Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
İ’tikad : İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam)
Mukavemet : Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
Feda’ : Kurban. * Uğruna verme, gözden çıkarma. * Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma. * Hurma ve üzüm kurutulan yer.
Riyazet : Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak. * İdman.
Ârî : Pâk, pislikten uzak. * Hür.
Sermedî : Daimî, ebedî, sürekli.
Şahsî : Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
Menfaat : Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.
Fazilet : Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet. (Zâta mahsus hasletin cem'i "fazâil" dir. Şecaat, in'am ve ihsan gibi, müteaddid meziyete dair faziletlerin cem'i "fevâzıl"dır.)
Mübarek : İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu. Hayırlı. Mes'ud. * Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey.
Ledünnî : Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait.
Ledün : (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (A.S.) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir.
Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
Şahsiyet : Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.
Terkib : Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler.
Tecrübe : (Tecribe) Deneme, sınama. * Görmüş, geçirmişlik. * Anlamak için yapılan iş. İmtihan. * İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney.
Mezheb : Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir: 1- Hanefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi. (Bak: İmam)
Zihniyet-zihniyyat : Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler.
Te’sir : Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.
Budala : Zekâca geri, salak.
Cali’ : (Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan.
Münkir : (Nekr. den) İnkâr eden, kabul etmiyen, hakikatı tasdik etmiyen, dinsiz.
Nazariyat : (Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler.
Ye’is : (Ye's) Ümitsizlik. (Bak: Ye's, Himmet).
Akibet : Takib eden zamanda, sonunda.
Saâdet : Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.
Mes’uliyet : Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.
Tenvir : (C.: Tenvirât) Aydınlatma. * Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma.
Tedarik : İhtiyacı temin etmek, hazırlamak.
İnkilab : Değişim, Düzen değişimi
Memleha : (Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.
Şekavet : Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
Letafet : Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
Mücrim : Cürüm ve kabahat işlemiş olan. Suçlu.
Muhterem : Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse.
Umde : İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
Fenn : Hüner. Mârifet. * San'at. * Tecrübe. * İlim. * Nevi, sınıf, çeşit, tabaka. * Türlü. * Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı. * Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim. * Birisini muamelede aldatmak. * Fend. * Borçlunun ödeme zamanını uzatma.
Münasebet : İki şey arasındaki tenasüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensubiyet, yakışmak, vesile, alâka.
Sual : İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.
Vahdaniyet : Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifâde eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.
Muallim : Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.
İlân-İ’lan : Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak. * Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme. * Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.
Muhtac : İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
Kalpazan : Sahte para basan.
Hey’et-i mecmua : Bir şeyin teferruatına ve cüz'lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hal ve manzara.
Ferd : Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.
Terah : Gam, keder, acı.
İktiza : Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.
Hikmet : İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim.
Mahrem : Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.
Sıddîk : Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.
Asgarî : En az. En küçük.
Saffat-saffet : (Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar.
Rıza : Memnunluk, hoşluk, razı olmak. * İstek, arzu. Kendi isteği.
Nisbet : Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
Nefsaniyet : Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin.
Mücahede : (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.
Riyazat : (Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
Müşkil : (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik. * Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifâde edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.
Şuun : (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
Yakza-Yakaza : Uyanıklık. Dikkatte olma.
Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
Mi’rac : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
Ubudiyet : Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.
Rabbanî : (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.
Vehleten : Birdenbire. İlkin. Ansızın.
Tefrik : Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak. * Korkutmak.
Sünnetullah : İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah)
Âyet : Eser. * Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret. * Menzil, mekân. * Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. (Kur'ân-ı Kerim'de 6666 âyet vardır.)
Tebdil : Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Tahvil : Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi.
Keşf : Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
Zaruriye : (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.
İhtiyar : Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade)
Fiil : (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş. *Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)
Ef’al : işler, fiiller.
Tegayyur : Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak. (Bak: Hâdis)
Hacet : İhtiyac olan şey.
Mükedder : Kederli. Sıkıntılı. * Tekdir edilmiş. Azarlanmış. * Bulandırılmış. Bulanık.
Muhayyile : Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
Meleke : Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese.
Mümeyyiz : Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden. * İmtihandaki talebenin bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse. * Gr: Tırnak işareti.
Halâs : Saflaşma, hulus bulma.
Muhakeme . (C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice düşünmek.
Sevk-i tabi’ : Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.
Müsavi : Eşit.
İdame-yi hayat : Hayatın devamı.
İltimas : Tavsiye. Rica. İstirham. * Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak. * Yapılmasını isteme.
Vizite : ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti.
Tedavi : İlâç verme. İyileşmesi için bakma. * Hastalığı iyi etme tarzı.
Şifâ : Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma.(...Hastalık seni uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlik-ı Rahim inşaallah sana şifâ verir. L.)
Zeval : Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.