BAY ENVER ÇALIŞ SÜLEYMANİYE KÖYÜ BAKKALI SALİHLİ

Mektubunuzu aldım.

Hakkımdaki iyi niyet ve necib hislerinize teşekkür..

ALLAH feyzinizi artırsın.

Dualarınızda bize de arasıra yer vermenizi dilerim.

Suallerinize, bana müsaade edildiği nisbette cevap veriyorum...

Buyurun dinleyin:

Göz:

Ayn, bir âlet, bir uzuvdur.

Basar, bu âletle yani göz ile görme fiilidir, işidir.

Nazar:

Görmeğe yeltenme.

Göz âletiyle görme arzusunu göstermektir.

Dikkat edilirse bir şey'e bakan göz o şeyi nerede ise orada görür.

Kendi içinde değil...

Görülecek şey dışarıda olduğu hâlde, görme de dışarıdadır.

Sizin içinizde değil..

Bulunduğunuz dükkanın tapısı önüne çıkınız, hemen şimdi...

Sağda biraz ilerideki duvarın arka tarafındaki kuru ağaca bakınız. Görüyorsunuz...

Ağaç yanınızda değil., uzaktadır.

Siz ağacı yerinde görüyorsunuz...

İçinizde değil...

O hâlde - görme - aynaya baktığınız zaman siz kendinizi aynanın içinde görüyorsunuz...

Sizin içinizde değil.

Baktığınız şeyin hayali sizin gözünüze bir fotoğraf makinası gibi aksetmiş ve içinize intikal etmiştir.

Fakat görüşünüz dışarıdadır.

Hatta baktığınız şeyin ne kadar uzakta olduğunu bile söyleyebilirsiniz... İçinizde bir ayna var...

Dışarıdaki şey, sizin aynaya baktığınız gibi size bakıyor, kendisini aynada görüyor.

Fakat siz onu sizin aynanızda değil de onun aynasında görüyorsunuz..

Ve gördüğünüz şey, su karşıdaki ağaçtır, diyorsunuz..

Karanlık olunca o ağaç yine oradadır amma...

Siz onu göremiyorsunuz, hâlbuki o kendini göstermiyor size...

Çünkü onun görünme şartları karanlıkta ortadan kalkıyor...

Bir şeye baktığınız zaman onu, sizi görmeye sürükleyen, zorlayan nedir... acaba...

Görmek, anlamak ve görünmek arzularıdır...

Bunlar acaba kimden geliyor...

Şiddetle zâhir olup görünmek istemeyen ve fakat görmek arzusunu taşıyan bir mânâdan geliyor bunların hepsi...

Bu mânâ şiddetle zâhirdir.

Bu şiddetten dolayı “SETTÂR”dır.

Her yerde hazır, nazır olmak ve başka şekilde görünmek muradını halkeden bir mânâdır...

O varlık senin içinde “HAYY” esmâsıyle ve onu süsleyen diğer esmâlarla tecellî etti...

Bunu söyle ifâde ediyor Kelâmında:

“Ben insanın sırrıyım!”

“Yani insan beni bilemez, göremez, anlayamaz, ben bir bilmeceyim”...

“İnsan da benim sırrım”

“İnsanı yarattım yani bir bilmece yaptım, bu da benim hünerim, sırrımdır.” Bunu anlayamazsınız...

”Ben kulumla görürüm, kulumla işitirim, kulumla konuşurum!” diyor... Başka bir kelâmında: “Ben namütenahi yarattığım âlemlere, sığmam, bana inanan mü'min kulumun kalbine sığarım”.

Diğer bir sözünde:

“Sessiz gözyaşı dökeni, benden korkup ağlayanı severim”..

“İçine sığdığım kalb bu gözyaşı ile yıkanır, benim evimi bununla yıkayana mağfiret ederim...

Bana sevgi ve havfdan dökülen göz yaşını yere düşürmem, izzetim hakkı için yeri mahvederim!”

İşte, insan gözü bir şey'e insanın haberi olmadan alışıktır...

“Ben bir gizli hazine idim, Kendimi görmek, seyr etmek için, âlemleri, insanları yarattım” diyor...

Gözlerle Cenab-ı ALLAH kendi kendini seyrediyor...

Ondan dolayı göze sövmek en büyük günahlardandır...

Sizin bir adamla konuşurken gözlerine bakmanız sizin arzunuz değildir. Kendi kendine âşık, kendi kendini görmek arzu ve muradını taşıyan yaratıcının arzusudûr...

Sizin basit bir görüş fiilinizin içine gizlenerek sizi meşgul ederek SETTÂR ile örtülerek kendini seyrediyor, Hazreti ALLAH...

Bu küçük anlatışı anlayan insanda da basîret başlar.

Basîret, gördüğünü dışarıdaki hâli ile değil de kalbte görme işine verilen isimdir. O zaman gözler yekdiğerine artık bakamaz...

O hâlde göz göze bakmak, basîrete varıncaya kadar, bir nev'i habersiz zikirdir...

Bu zikirle, Cenab-ı ALLAH, insanın haberi olmadan, kendi kendini tesbih ettirmektedir.

Onun için göze sövmek herkesin bildiği büyük günahlardan daha büyük bir günahtır.

Bu günahı işleyenler dünyada her türlü görme hassasından mahrum olurlar... Muhterem efendim!

Bu satırlara geldiğiniz zaman gözünüzü kapayınız.

“Beni ne şekilde bir adam olarak tasavvur edeceksiniz bakalım. Yüzü söyle, gözü su renkte, saçları söyle” kafanızda beni hayali olarak canlandıracaksınız...

“Yazılarını okudum, mektup yazdım cevap verdi şöyle bir adammış!” diye hakkımda bir hüküm vereceksiniz...

Bu bilgi ile beni hayalinizde görmüş olacaksınız.

Bir gün nasip olup benî gözlerinizle gördüğünüz zaman, haaa bu adam şöyle bir adammış diyeceksiniz...

Nihâyet benimle konuştuğunuz zaman, bu adam gördüğüm hayal ile tasavvur ettiğim değilmiş diyeceksiniz..

O zaman hakiki olarak benî anlamış olacaksınız...

Daha başka bir izahla:

1 - Gözü kapalı bir âdem ateşi ancak sıcaklığı ile hisseder, anlar

2 - Gözünü açınca onu olduğu gibi görür.

3 - Ateşe düşüp yanınca ateşin ne olduğunu anlar.

Birinci görüş îlmel yakîn...

İkinci görüş Aynel Yakîn...

Üçüncü görüş Hakkel yakîn...

Diye târif ve isim alır mânevîyat lûgatında...

Göz, insanlara bunları öğretmek, anlatmak için verilen ALLAH'ın küçük bir hediye ve ni'metidir...

Elli şu kadar senelik hayatınızın bütün dakikalarını, saatlarını önünüze serseniz:

Bu ALLAH’ındır.

Bu da benimdir.

Bu da ruhum içindir.

Bu da gövdem içindir diyebilir misiniz?..

HÂLİK’ı tanımak için hissettiğiniz, duyduğunuz, aklınızın saplandığı muammaları çözmeğe katiyen kalkışmayınız...

Daha ziyâde etrafınıza bakınız.

Zira gözler bunu anlamak için ALLAH tarafından hediye edilmiştir, insanoğluna..

Çünkü o, bütün güzel esmâlarıyla sizin çocuklarınızla beraber oynuyor, semânın derinliklerine bakınız.

Onun bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle kotlarını size uzattığını ve yağmurlarla size indiğini, onun çiçeklerle gözlerinize gülümsediğini sonra yükselerek ağaçlarda ellerini size salladığını görürsünüz.

Bu görüş, duyuş ve ümitlerinizin, arzularınızın derinliğinde, öteye ait bir bilgi var demektir.

İşte bu bilgiye varmağa çalışmak, iman aşılar insanoğluna...

Her ses, kendini kanatlandıran dil ve dudağı alıp götürmez, yapayalnız uçar esîr âlemine...

Kartal yuvasını taşıyarak uçmaz.

Güneşe doğru hamle eder, tek başına...

Siz kendi kendinize ruha eza verebilir misiniz?..

Bülbül, gecenin sessizliğini, sükûtunu bozabilir mi?..

Ateş böcekleri yıldızların pırıltısını rahatsız edemez.

Duman rüzgâra katiyyen yük olmaz...

Siz Allanın emrinden olan ruhu, bir taş atmakla huzuru bozulacak bir dere mi sanıyorsunuz?...

Dikkat ederseniz, derin şefkatten ızdırab çıkar..

Izdırab derinleştikçe, şefkatin de o nisbette ve daha fazla derinleştiğini hissedersiniz.

Anlayışınız yükseldikçe daha geri anlayış ve duyuşun açığını hissedersiniz... Buna isteye isteye cefa çekmek derler.

Çalışıyorsunuz, bakkallık yapıyorsunuz, gayret ediyorsunuz.

Bu göze görünebilen bir sevgidir.

Sevinciniz örtüsünü atmış kederinizdir..

Kötülük kendi açlığı ve susuzluğu yüzünden işkence çeken iyiden başka nedir...

İçiniz ile dışınız bir olunca muhakkaktır ki iyisiniz. Fakat bu birlik kalkınca katiyyen kötü değilsiniz.

Çünkü içinde birlik ve beraberlik bulunmayan ev, haremgah değildir, yalnız, yalnız düzenini kaybetmiş bir evdir.

Siz bu satırları okurken köy imamı yanınıza gelecek...

İmam gelirken saatına bakmıştır, imama sorunuz saat kaçtır diye imam saatim çıkarıp bakacak ve size söyliyecek.

Hâlbuki biraz evvel saatına bakmıştır.

Fakat akıl gözü ile değil, hafızasında, kalmadı.

Zira kafası başka şeylerle meşguldü.

(Bunu nerden bildiğimi sormayınız, artık o kadar da manevî bir hünerimiz olsun)...

Göz göze gelen insan, - kalb başkasıyla meşgul olduğu için - konuşamaz, saati bilemediği gibi imam efendinin.

İnsan hâleti nez'ide iken göz bebekleri büyümeğe başlar.

Bu bir fotoğraf makinasının ayarlanması gibi öteki âleme bakmak için göz adesesini ayarlamak olduğunu milyonda bir kişi bilir, bu hâlin.

“Dost göze, düşman ayağa bakar.” Dede sözü kıymet taşır.

Fena şeylere bakmak haramdır...

Sebebini düşünebilirsiniz artık.

Kimi şekle bağlanır, kalbi unutur...

Kimi kalb içinde kaybolur erir...

Şekli kendine bağlar...

İnsan kalbi ile insan olur.

Kalıbı ile değil..

Size, mektupla sorularınıza, cevabı ancak bu kadar verebilirim, inşallahurrahmân bir gün size, sizi gösteren bir ayna tutarlar da kendinizi bütün açıklığı ile görürsünüz...

Bu târifât, aklı başında, edebli, îmânlı, hayâlı olgun imanlara aittir.

Bir de diğer bakışlar vardır:

1 - Tecessüs, merak neticesi..

2 - Şehvanî...

3 - Aptal, salak, budala, insanların bakışları...

Bunların hepsi hayâsızlık ve bilgisizliktir...

Ma'nen olgun, hayal mekanında bulunan büyük insanlar daima konuşurken kendi içlerine bakarlar. (Gözleri karşıya baksa bile).

Bunun en büyük mertebesi Resûl-i Ekremde idi:

Gözü kapalı uykuda bile olsa, kalb gözü uyumazdı..

Bu gibi insanlar kimsenin gözüne bakmazlar, başkalarının gözlerine bu gibi büyük insanlar bakarken utanırlar, hayâ her taraflarını kaplamıştır zira.

Her iki gözü âmâ bir sahabe, Hz, Ayşe Validemizin huzuruna girmiş...

Hz. Ayşe Validemizin ayakları açıkmış.

Hemen kapamıştır..

Âmâ bunun farkına vararak:

”Ya Ayşe, ben sizi görmüyorum, niçin telaşla örtünüyorsunuz?” demiş.

Hz. Ayşe:

“Ben sizi görüyorum ya!..”

Buyurmuştur.

Bu kadar anlaşmamız bir târif ve izahtan ibarettir.

Asıl hakikati ancak o makamlara ruhen yükselenler anlayabilirler...

Feyzinizin artmasını niyaz ederim, efendim.

BiR SUALE CEVAP

Münevver ve olgun bir zât bana mektup yazdı.

Mektubunda güzel bir üslûp ile mühim, vehleten garip görünen bir sual soruyor.

Fakat muhterem zâtın, bu mektubu, islâm mecmuasına yazıp, o vasıta ile sormasını çok arzu ederdim.

Doğrudan doğruya bana yazmış.

Bu hususu açıklayarak, mecmuaya olan hürmetim dolayısiyle o kanaldan cevap vermeğe çalışacağım, isminin açıklanmasını istemeyen bu zâtın ve beni islâm mecmuasının gayesi çerçevesi dahilinde, büyük islâm edeb ve nezaketinin, mazur göreceğini ümit ederek, sualinin cevabına geçiyorum...

Muhterem efendim!

“ALLAH’tan korkulur mu?” sualinize:

“Herkesin evet cevabını verdiğini” buyuruyorsunuz.

Bu suali sormanıza sebep nedir?

Acaba başka bir şey mi düşünüyorsunuz da bu sual ortaya çıktı?

Cenab-ı ALLAH bir çok şeyleri men buyurmuştur.

Bu menhiyatı yapanlara da azap vereceğim, cehenneme atacağım, belâ vereceğim diye tehdit ediyor.

O hâlde bir korku vermek muradındadır.

Korku vermek muradı niçindir?

Bunu hiç düşündünüz mü?

Size bir sual sorayım:

“Bir doktor hastayı muayene ediyor, ilâcını veriyor.

Bir avukat suçluyu müdafaa etmek için bu işi üzerine alıyor..

Acaba Doktor hastayı iyi etmek için mi ilâç veriyor?

Yoksa buna mukabil para almak için mi?

Avukat bu suçluyu müdafaa ediyor.

Onu kurtarmak için mi?

Yoksa para almak için mi?.

Siz ibadet ediyorsunuz.

Cennete girmek için mi?

Yoksa cehennemden, azaptan korktuğunuz için mi?”

Bu suallere hemen cevap vermeyiniz.

Uzun saatler, günler, aylar belki senelerce düşünmek icabeder..

Her iki taraftan da evet veya hayır cevabını verirseniz doğrudur, hilaf yoktur.. Fakat bir mertebede bunların evet'i de hayır'ı da hepsi, külliyen doğru değildir.

Sizi yormak istemiyorum; beni dinleyin!

Her şeyi şefkat, merhamet, mağfiret ve kudretiyle muhit olan ALLAH'tan korkulmaz...

Bu muazzam, müteal kudret ve varlık karşısında duyulan sevgi ve şükürden büyük bir edeb duyulur..

Korku bu edebin dışına çıkmak endişesinin insan sözüne ismidir. Bu edeb duygusu çok ince bir noktadır..

Bunu anlamak çok hem de çok güçtür.

Bu nokta üzerinde bir müddet tefekkür ediniz!

Kuvvetle zannediyorum ki, manevî olgunluk noktasına yanaştığınızda derhâl fehm edeceksiniz.

Bu nokta Velî ile nası yekdiğerinden ayırt eden hududdur.

Bu işte acele yok.

Tasavvur ediniz; bir genç moda diye saçlarının beyazlanmasını arzu ediyor. Kemâl yaşını beklemesi lâzımdır.

Yok acele ederse boyaması icabeder.

Boya ile tabiî renk arasındaki fark nedir?

Bunu idrak etmek lâzımdır.

Esmâların muhtelif varlıklarda tecellî miktarına göre tecellîyat muhtelif mertebeler arzeder.

Meselâ HAYY esmâsının tecellî şiddetine göre küçük bir şey anlatayım. Fakat çok derinden değil ve sual de sormayınız.

Çünkü çok nazik mıntıkalarda dolaşıyoruz.

HAYY’ın tezgâhı olan bir çok mahlûkâtı göz önüne alalım, insan, senede ancak bir, inek senede ancak bir, koyun senede bir belki iki defa doğurur.

Bunlarda aynı zamanda Er REZZAK esmâsı da mevcuddur.

Köpek, domuz senede bir, iki üç defa hem de beşten 10'a kadar yavru yapar. HAYY esmâsı Er REZZAK esmâsına daima galiptir.

Er REZZAK, HAYY’ın emrindedir.

Bunların böyle oluğu, bir hikmet için, insanlara bazı hakikatten öğretmek içindir.

Bunların anlaşılması, kapalı ve güç bir nev'i âyat ve kısas gibidirler..

Bu hayvanların etleri yenmez..

ALLAH namütenahi kudret tezahürlerini, gizli hazinesini göstermek için ilk defa HAYY ile tecellî etti.

HAYY’ın birinciliğine hürmet muradı ilâhidir.

Er REZZAK onun emrinde olduğu için, Er REZZAK esmâsının HAYY’a takaddümü arzuyu ilâhi dışında kalır...

Dikkat ediniz bütün haram hikâyeleri, bu noktadan menşeini alır.

Dönüp dolaşıp emri nehiy hâlinde kullara intikâl eder

Domuz da ALLAH’ın bir mahlûkudur.

Zira ALLAH'ın esmâlarının tecellî mahâlleri bize hem mübârektir, hem de edeble ta’zime kulu mecbur eder.

Bu ince noktaya göre haram yiyecekler tefrik edilmiştir. Hay’ın devâmı için Er REZZAK esmâsını Cenab-ı ALLAH, HAYY’ın emrine verdi.

Vücud topraktan halk edildiği için, Errez-zak esmâsının tezahür yeri olan toprağın terkibi aynen vücudda da mevcuddur...

Riyâzat, Vücuddaki Er REZZAK’ın, HAYY’a hürmetinin son haddinin tezahürüdür...

Vücud bir nev'i aslına dönmek gâyetinde demektir.

Bu, ind-i ilâhîde makbuliyet kesbeder.

Çok yemek, bu hürmetten uzaklaşmak demektir.

Nesil idame ettirmek, HAYY’ın tezahürüne karşı bir nevi zikir ve hürmettir,. Bu zikre hürmeten ALLAH cimayı mubah kılmıştır.

Zina emirin hilafında şehvanî hislerin esiri olarak bu zikri başka bir düşünce altında yapmaktır.

Hürmetsizliktir de, ondan haramdır.

Haramiyeti kulun İyiliği düşüncesiyle değildir.

ALLAH’ın kendi esmâlarına kendisinin hürmet ye ta'zîmi içindir.

Bu bir nev'i kendi kendilerini tenzihtir..

Hay’ın mevkii ve kıymetinin tenzil edilmemesi için, daima HAYY esmâsını ikinci dereceye bırakan bir mahluk halk etmiş, bu mahlukla bu ince noktayı kullara anlatmak arzu buyurmuştur.

O hayvan da domuzdur.

Bununla rızıklanmayınız emrini çıkartmıştır.

Domuzu ince bir mes’eleyi izah için vesile yapmıştır.

Bu kadar ince, gizli olmasının sebebi nedir?

Gayba inanmak derecesinin kulda, ölçüsünü bilmek içindir.

Bunun böyle olması kullara mağfiret için yer hazırlamaktır.

Domuz dişisini kıskanmaz.

Etinden hastalık geçer hikayeleri ince mânâlara varmak kabiliyeti olmayan düşüncelerin yanlış izahlarından doğmuştur..

Her sırrın bahanesiz ve bahasız kullara verilmesine izn-i ilâhî yoktur... Onun için Cenab-ı Resûl (s.a.):

“Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz,” buyurmuştur.

Bu ilim, doğrudan doğruya bu ince manâlar ilmidir.

Dünyaya gelen, zâten, diğer ilimleri öğrenmek say-i fıtrîsine mâliktir. Zâten bu ilimleri yapmadan, diğer ilimleri öğrenmek güçtür.

Manevî ilimleri anlamak için, zâhiri ilimleri bilmek, hem de çok kuvvetli bilmek lâzımdır.

Zâten zâhiri ilimler, bâtınî ilimlerin, tezahür etmiş kısımlarıdır.

Bâtını çevirseniz zâhir olur, zâhiri çevirirseniz batın olur..

Bir çınar tohumunu düşününüz..

Tohuma bakarsanız, çınar içinde gizlidir.

Çınara bakarsanız, içinde tohum gizlidir.

Esmâlar zikredilirken, bir sıraya tabi’dirler.

Bu sıra, kul tarafından tertip edilmiş değildir.

Lâmekandan, kullara, bu sıra ile bildirilmiştir.

Bunlarda büyük hikmetler gizlidir.

Bir çok insanlar, esmâları tesbihat yaparlar.

Bir çokları esmâları tefsir ederler.

Bunlar zâhirî bir takım güzel adet ve izahlardır, iç tarafı, hakikat tarafı bambaşka; her insanın normal düşünce ve itikadını, vehleten inhiraf ettirecek mahiyette görülür.

Çünkü bu mıntıkada insan ruhu tamamen şeytanla birliktedir.

Şeytan bir nev'i tel'in edilmesine rağmen ilâhi bir emirle, gizli hududlara kulları sokmamak için, bir bekçi vazifesi görür.

O hâlde şeytanın da insanlara bir çok faydaları vardır.

Şeytan ne kadar tel'in edilmiş olursa olsun, saray-ı ilâhînin edebini kaybetmemiştir.

Şaka değil, Meleklerin hocasıdır...

Şeytan, aynı zamanda kulların mağfiret ve şefaate erişmeleri için, çok ince bir iş görür.

Lâmekânm tel'ini bile bir iltifât, bir nev'i rahmettir.

Şeytan rahmet-i llâhiyenin kullara dağılmasına yardım edenlerin başında gelir.

Şeytan ile manevî nezaket dahilinde arkadaş olmak lâzımdır.

Şeytan, Resûlullâhtan kaçarmış, sebeb, Rahmetenlilâlemîn olan Resûl-i Ekremin rahmet pınarı olduğunu kıskandığındandır.

Bu kıskanma da yine bir sebebe bağlıdır.

Günahkâr olmazsa, şefkat bir mânâ ifâde etmez...

Velhasıl muhterem dostum işler karmakarışıktır.

Fakat bu karışıklık, Hindistan cevizi sütünü saklamak için etrafını berbat bir bağ ile sarmaş dolaş ettiği gibi bir karışıklıktır.

Perde perde üstüne, perdenin altında tekrar bir çok perdeler mevcuddur.

Perdeler bittiği yerde gayb hududu başlar.

Gayb hududunu aşarsanız, lâmekân, gelir.

Lâmekânda akıl, söz hep duraklar.

O zaman hep O ve yine O görünür.

Bu mıntıka da sözle ifâde edilmek istenirse, fenafillah hudududur.

Velhasıl iş karışıktır.

Fakat bu karışıklığı ben yapmadım.

Bunu çözmek için bir çâre vardır.

O da: Nas ve Velîlik arasında dolaşmamak...

İnsanlar bâzan nas tarafına, bâzan Velîlik tarafına meylederler, bu iş değildir. Buna bocalama derler.

Ya bu taraf ya o taraf...

Şüphesiz, şeksiz olarak; Ya “Rızake matlubu” veya “Rızake maksudi” başka türlü bu işin içinden çıkmağa imkân yoktur.

Birincide büyük bir sabır ve edeb içinde acele etmeden kulluk yapmak lâzımdır, ikincide bahane aramak lâzımdır.

Bunda da bir mürşide kendini söz söylemeden beğendirmek ile bahanenin yollarını öğrenmek icab eder.

Bazı bahaneleri insanlar haberi olmadan yaparlar.

Bunlar o kulun bir kısım günahlarının haberi olmadan silinmesine sebeb olur. O bahaneleri aramanız, gaflet ile uyanıklık arasında, içten gelme bir hissî emirle zevk duyarak yapmanız icabeder.

İnsan herhangi bir şefkat hissi gösterirken mukâbelesiz olarak yaparsa ALLAH’a daha çok yanaşır.

O işi ALLAH hesabına yapmış olur.

O anda tehlike olsa bile ya Hafız esmâsı yanındadır...

İbrahim’i ateş bundan dolayı yakmadı.

Hakiki şehid olanlar bu gibi ahvalde mertebe kazanmaları için ecelleri tacil edilmişlerdir...

Öyle ruhî, ilâhî bir arzu içinde bulunurken, Cenab-ı Rabbülâlemin büyük bir memnuniyet duyar, derhâl kendisinde erimesi muradı tezahür eder.

Bütün esmâlar derhâl çekilirler. O kül derhâl aslına rücu’ eder.

Ve ismine şehid denir.

Fakat bu hakihi şehidliğin târifidir, insanların uydurduğu teselli edebiyatı ile süslenmiş mânâlardaki değil...

Târifimiz ALLAH'ın târif ettiği şehidliktir.

Bu mertebelerin öyleleri vardır ki, Ruh yed'-i ilâhî ile kabzedilir, araya El KABIZ esmâsının memuru Azrail bile giremez.

Bu hâl ân-ı vahidde fenafillâh olup, eriyip derya-yı vahdete dalmak demektir. Hem de giderek değil çekilerek...

“Bunlar ölmemişlerdir. Daima diridirler..”

“Âyeti Kerimeyle sabittir...”

Diri olmaları, bütün esmâların silinip yed'-i ilâhî ile kabz edilen ruhlarının ya HAYY olan Cenab-ı ALLAH’ta erimeleri ve HAYY esmâsına bürünmeleridir. HAYY'da eriyen daima HAYY'dır, diridir.

Ölüp dirildikten sonra hesap vardır, ölmeyene daima diri olana hesap yoktur, fânilere aittir.

Böyle bizim ölüm dediğimiz hududa diri gidenlerin bazılarının inanabilirseniz cesedlerine toprak dokunmaz.

Zira toprağa HAYY girince toprak topraklıktan çıkmıştır.

Ancak hatıra olarak cesedin terkibinde, kimya bakımından terkib olarak kalmıştır.

Gıda diye alınan bütün şeyler bu terkibi Er REZZAK ile takviye ve yıkamaktır. Cesedin hastalıklarında şifâ için verilen edviye, HAYY’ın emrine verilen Er REZZAK’ın cilâsıdır.

“Tedavi olunuz” emri “bu edebi bırakmayınız demektir.

“Hastanın iniltisi bir nevi ibadettir” demek de bu edebe verilen ind-i îlâhîyedeki kıymetin derecesidir.

“Hastaları ziyâret ediniz” emr-i Peygamberisi de bu edebin daima görünmeyen tecellîsini anlayamazsınız, fakat bilmeden göre göre belki bunu anlamak lütfuna uğrarsınız, demektir.

Hasta, hastalık, ilâç, inlemek, sabır ve isyan etmeden tahammül, kadrosu içinde ne kadar büyük ilâhî bir tecellî ve cilve olduğunu anlayan kimse büyük bir lutf-u ilâhîye mazhar olmuştur ki, arif, velîlerden olur.

Bu hâlleri bilenler bayram yerine gider gibi temizlik, güzellik ve sevinç içinde ölüme giderler.

“Herkes ölümün zaikasnıı tadacaktır” demek bu demektir.

Zaika tatmak hassası demektir.

Tatmakta, daima hoşluk, güzellik gizlidir.

Acı, ızdırap, fenalık yoktur.

Bu sonuncular tadılmaz, tadılamaz, duyulur hissedilir.

O hâlde ölümü bilenler dünyada çok azdır, ölüm, bilgisizlik, körlük, cehâlet diyarından bilgi, hakiki görme diyarına gitmek demektir, ölümden korku da, bu işi sezmek fakat şüphe içinde olmak demektir.

“Ölmeden evvel ölün” sözü bu işi anlamağa çalışın demektir. Bunları anlamak, şek, şüpheden ârî, gayba inanmak hasletinin insanda husulünden sonra başlar.

Bu perdeler, açık ve kapalı lâkırdılar - insan, havasıyla anladığı hakikatlara nasıl itiraz etmeyip inkıyat ediyorsa - onların gayba şüphesiz inanmak hasletlerini de yoğurup kemâle ulaşmaları için söylenmiştir.

Zindana atılmış bir mahpusun sessiz ve sabırla, bir çivi parçasiyle koskocaman zindan duvarını senelerce uğraşıp delmesi, onu hürriyete kavuşturur.

Acele edip şamata eden mahpus ise daha kuvvetli hücrelere, zincirlere bağlanır. Böylelikle küçük kurtulma imkânları da elinden gider...

Zamanla artık ümit ve hürriyete kavuşmak hisleri bir hayal olur.

Gayba sudan inanan, şüpheli inanan zâhire saplanır kalır. Hırs, para, dünya ve madde peşinde koşar durur.

Huzur bunlarda yoktur.

Olamaz da..

Bu gibiler daima küfre, zulme giderler.

En keskin ateş bile sonunda küle inkılâp eder.

Kül toprak değildir.

Dikkat et..

Ateşte, toprakta, suda, havada yaşıyan mahluk vardır.

Külde mikrop bile yaşamaz, kül olma bir şey ifâde etmez bir şey değildir. Bu olayda da bir şey gizlidir.

Bir hikmet olmasa, bir şey gizli olmasa bu olmazdı.

Biraz bu külü eşeleyiniz bakalım.

Fakat tavuğun bitlerini dökmek gayretiyle eşeler gibi değil.

Kül bir çok ateşleri gizler.

Bir çok şeylerin çürümesine mani olur.

O hâlde külde bir temizlik gizlidir.

Mikrop yoktur. Ama bu lâkırdılar çıplaktır.

Bir şey söylemek arzusundayız fakat söyleyemiyoruz..

Külde ümitler söner.

Kül bir bakımdan, bir çabalamanın, bir işin sonunda, teşekkül eder. insanların konuştuğu bir çok dil ve lisanlar vardır.

Bu niçin böyledir.

Bir sır bir dildeki izahlarla tamamiyle perdelenir.

Diğer bir dilde o sır açığa çıkar.

Başka birinde kaybolur.

Gül (gülmekten), gül (çiçek), kül (ateşin sonu), kül (bütün) kelimelerinde neler vardır.

Bu isimler uydurma değildir.

Tesadüfi de değildir.

Hele hele dostum, sen biraz bu külü eşeleyiver bakalım, belki sonu boş veya dolu çıkar..

Yangın yerlerinde, kül arayan, eşeleyen bir çok kimseler vardır, orada bir çok şeyler bulurlar. Yangın yerlerinde, küllerde, bir çok hazineler gizlidir. Bu hazineleri arayanlar her zaman, her diyarda bulunur.

Yangın yerlerindeki küllerde altın bile rengini değiştirerek senelerce saklı kalır. Her türlü hazine kül altındadır.

Sözlerimiz biraz kapalı söylendi gibi... Size hayal değil, geçmişte olmuş bir ALLAH dostunun kahramanı olduğu bir hikâye anlatayım:

Bu hikâyedeki ana fikrin yokluğu, bu günkü beşer neslini, şuûrlu bir mesaiden ziyâde zamanın hikmetine tabi’ otomat bir hâle sokmuştur.

Buyurun dinleyin:

Tüyleri dökülmüş, vücudu yara içinde, zayıflamış, güçlükle yürüyen bir köpek..

Açlık ve susuzluktan dili dışarda, bütün kasaba halkı hayvana nefretle bakıyor, taş atıp uzaklaştırmak istiyorlar...

Hayvan acı acı bağırıyordu..

Bir lokma ekmek, bir yudum su esirgeniyor bu hayvandan..

Zorla, sürüne sürüne, korkarak çeşme yalağına yanaştı.

Orada su dolduranlar hayvana taş atıp uzaklaştırdılar.

Yan tarafta ellerinde ekmek yiyen çocuklara baktı.

Bir parça ekmek atan bile yok.

Çocuklar da taş atmağa başladı.

Tüyleri dökük, yaralı, çıplak vücudunu süsleyen yalnız iki adet koyu kahverengi sadakat timsali gözlerini şefkatle çocuklara çevirdi.

Çeşmeye baktı sonra güçlükle döndü, sürüne sürüne uzaklaşmağa bağladı, bu insan sürüsünden.

Yine taş attılar, yine nefret nidaları yükseldi.

Açlık, susuzluk, hastalık ve insan merhametsizliğinin yenemediği sadakat timsali koyu kahverengi gözlerini ayırdı, ümit beklemeden ve sürüne sürüne uzaklaşmağa başladı...

Oradan geçiyordu, köpeğe yaklaştı.

Hayvanı kucağına aldı. E

lleri yaralardan akan cerahatli sularla ıslandı.

Hayvan bu sırada dili ile o zâtın mübârek ellerini yalıyordu.

Beraber kıra, gölgelik bir yere gittiler, kırk gün hayvana baktı; ilaçladı, yıkadı, doyurdu, içirdi, hem de elleri ile..

Hayvan iyileşti.

Tüyleri geldi, güzelleşti.

ALLAH’ın her mahlukta tecellî eden bütün güzel esmâları gülmeğe başladı bu hayvan vücudunda..

Bir gün beraber şehre indiler.

Bütün kasaba halkı hayretle etrafını sardılar:

İleri gelen yaşlılar mübârek zâta ve hayvana bakıyorlardı:

İçlerinden biri:

“Efendim bu köpeğe bu kadar niçin itina ettiniz?” diye sordu.

Mübârek gözlerini onlara doğru çevirdi.

Ağır ağır, lâhuti bir ahenkle:

“Evet itina ettim. Zira Cenab-ı Hakkın yarın yevmü kıyamette, huzurunda, bu köpeğe niçin merhamet etmedin.. Onu giriftar ettiğim belâya seni de uğratmaklığım ihtimalini düşünmedin mi? İtab-ı ilâhisinden korktum da ondan böyle yaptım!” dedi..

Ortalığı derin bir sükût kapladı..

Kalabalığı yararak ağır ağır yürümeğe başladı.

Arkasından koyu kahverengi gözleriyle etrafa bakıp kuyruğunu sallayarak köpek geliyordu.

Bu sahne âdeta bir âyetin dile gelmiş ve şekillenmiş hâli idi.

“İyi işler işleyip kendilerini ALLAH'a teslim edenler ALLAH indinde mükafata kavuşur, onlar için hiç korku yoktur, onlarar mahzun da olmazlar.”

Halk, hayran, mahcub, yaşlı gözlerle onları bir müddet takip ederek; epeyce gittiler..

Gözden kaybolacakları bir köşe başında mübârek zâtın tekrar köpeği kucağına aldığını gördüler.

Onla, da böylece yollarına devâm ettiler.

Sadakat, merhamet, şefkat ve Velîlik uzaklaşıyordu insan kitlelerinden... Dedemin dedesinin devrinde her kasabada iyi insanlar, her mahâllede merhamet, şefkat timsali, nûrlu bir ihtiyar, her bölgede bir ALLAH dostu bulunurdu.

İnsan kitlelerine deniz feneri gibi fasılalarla şefkat, merhamet, doğruluk ışıklarını akıtan bu mübârek simalar, gün geçtikçe gizlendiler.

Beşer kitleleri bugün maddeye tapan ağaçsız, susuz, medenî diye vasıflandırılan, mâmure çölde kaldılar...

Dış mâmureler kuruldu güya...

İç mâmureler yok oldu beşer neslinden.

Yıldızlara seyahat, semâların derinliklerine nüfuz merakı, sür'atle ilerliyor. Uzak mesafeler yakınlaştı.

Asıl ruhun, kalbin ince derinlikleri bırakıldı. insan kitleleri, bugün, yekdiğerini korkutmak ve birbirini yok etmek için, bütün kabiliyet ve hünerlerini, korkunç yok etme çârelerine sarfediyorlar.

Eskiden bâtını geniş, zengin, dışı gösterişsiz, iyi insanlar vardı.

Bugün gösterişli, maddesi zengin, bâtını bomboş insanlar var.

Bu garip ve münakaşayı davet edecek bir mevzu’dur.

Fakat müsaade buyurun bir sualim var:

Suçlu bir insan öldürülür..

Suçsuz bir insan öldürülür.

Burada ölüm var, fakat iki türlü.

Hangi ölüm iyi?

Muhakkak suçsuz ölmek, daha iyidir.

Bundan binlerce sene evvel, Sokrat, baldıran zehirini içerken çocukları etrafında ağlıyordu.

Karısı hıçkırıklarını tutamadı.

Sokrat :

“Be kadın ne ağlıyorsun?” dedikte, kadın :

“Suçsuz öldürülüyorsun!” diye mırıldandı.

Sokrat:

“Suçlu ölmek daha mı iyi be kadın?” dedi...

“İyi ve tatlı bir söz, iyi bir dilek, minnet ve eza ile verilen sadakadan hayırlıdır.” buyuran Hazreti ALLAH su müjdeyi veriyor:

“Şu hakikati unutmayınız ki, ne bu dünyada ne de öldükten sonra, iyi insana, hiç bir fenalık gelmez ve ALLAH, o adamı ihmal etmez.”

Edviye : (Devâ. C.) İlâçlar, devâlar.

ALLAH DOSTLARINDAN HATIRALAR

Öyle hâtıralar var ki bende, insanı yerinden sarsar...

Geçenlerde bir mektup aldım, levha hâlinde..

80 lik bir ihtiyar muhteremden:

Hâlimi merak etmiş. görmeden..

Dua ediyor bana, lalam dilinden...

Bana hocam söylemişti, yıllarca evvel..

Seni ancak ben görebilirim...

Başkası göremez...

“Niçin?” der gibi mübârek gözlerine baktım..

Gülerek bana:

“Görünmezsin de ondan...” demişti..

“Hocam, görünmek istiyorum!..”

“Sırası gelince görün!” dedi..

Yıllar geçti, dünya değişti, Hocam göç etti...

Ne var, ne yok ufukta kaybolup perdelendi..

Ben öğüt tutarım..

Hocamı kırmak da hatırımdan geçmez...

Onun için hocamın bir vecd hâlini anlatacağım, siz okuyucularıma..

Asrımız âhir zaman asrıdır.

Bu gün beşerîyet dünyaya nisbetle çok akıllı, âhirete nisbetle câhil, deli olanlarla doludur.

Hakikî mü'minîn sevinci olsa da hüznü kalbde yaşar.

Kalbin en büyük ölümü, ALLAH'dan ve O'nu anmaktan gafil yaşamasıdır.

Bildiği hâlde bilmemezlikten gelmek, bilmediği hâlde bilir görünmek asrımızın mümeyyiz vasfıdır...

Hakikî bilgi Hak erlerinin ağzından alınır...

Defter köşelerinden değil...

Her çeşit bilginin esası, bilgi sahibinin hâlinden alınır, sözünden değil.

Tam bilgi halktan geçen, HAKK varlığı ile var olandan alınır...

İnsanın bilmediği şey önünde ses çıkarmaması ilimdir.

Ve ilmin yetmediği şeyde o bilgin kişiye teslim olmak islâmiyet sayılır.

İnsanlar yalnız ekmekle değil, iyi söz ve nasihatlerle de beslenir.

“Serseri” diye bir tâbir vardır, şimdiye kadar serseriyi ne bir filozof, ne bir romancı, ne bir edebiyatcı, ne de bir gazeteci târif edememiştir.

Serseri kelimesi kendi mânâsını bilmeden, her milletin ülkesinde dolaşır durur...

Bazı âmiyane tâbirler vardır ki kaba olmakla beraber, bir sahifede ifâde olunamıyacak bir şeyi, bir kelime ile ihsas ve itmam ederler.

Şehirli, köylü gibi...

Serseri de bunun gibi bir tâbirdir...

Ben size heybemde bulunan üç beş kelimeyi makaslayarak bu târif edilmeyen şeyi târif edeceğim..

Hoşunuza giderse defterinize yazarsınız, beğenmezseniz güler geçersiniz.

Serseri, câhil bırakılmış dinsiz çocuğun büyümüşüdür..

Yalan, gürültü eder.

Hakikat sakindir.

Yıldırım, gök gürültüsü duyulmadan evvel çoktan düşmüştür.

Güneşe arkasını dönen, gölgesinin peşinden yürür.

Gayb, görülmeyen değil... görülemiyendir.

(Lütfen bu cümleyi bir kaç defa okuyup düşünmenizi rica ederim.)

Bu âlemde, kimin başı yere konmamış ve konmıyacaktır.

Dünyanın yarısından fazlasına sahib olan İskender de bu gün bir harabede yatıyor...

Günün adamı değil, hakikatin adamı ol!..

Günün adamı isimsizdir.

Günün adamı, gün geçtikçe değişir.

Hakikatin adamı ne ise öyle durur.

Dinsiz için, vicdan ve mânevî mes'uliyet yoktur, günah yoktur.

Anlaşılmayan sözü söyleyen de anlamamıştır.

Çocuğun anlayamadığı dersi hocası da anlamamış ve anlatamamıştır. Anlaşılan, anlatılandır.

Anlatılamıyan anlaşılmamıştır...

Hocamın evine gitmiştim...

Yıllarca evvel,..

Dört gündür çıkmıyormuş, odasından..

Muhterem refikaları söyledi.

Mübârek İnsan oturmuş seccadesinin üstüne...

Lâmekânâ bakan, Lâmekânın mekânı Beytullah'a çevrilmiş.

Yüzü solgun, beyaz huzurun tel daneleri, alnında incileşmış..

Hareketsiz, diz çökmüş Rabbinin önüne...

Etrafı görünmeyen bir safiyet çemberi ile çevrili.

Çember görünmüyor, hissediliyor, madde gibi...

Yavaş yavaş ayakta olduğum hâlde başım ruhumla secdede edeble yanına yanaştım.

“Yaklaştım değil”...

Ötelerin kokusundan koku içinde...

Bütün cesedi, sessiz bir ihtizaz içinde...

Sessiz, sözsüz dile gelmiş bütün vücudu zikrullah içinde...

ALLAH sesi kulaksız duyulur..

Bu üç “içinde” nin içinde..

Gözleri kapalı, edeb yaşları akıyordu mübârek yanaklarına.

Vecd hâlinde idi hocam...

Ruhu kendinden geçmiş ve kendi kendisinin ötesinde bir yüceliğe erişmiş idi. (Bu hâl maddî ve bedenî bir hâl değildir)...

Pencereden gece yarısının ılık havası ile ayın nûr damlaları giriyor hücresine...

Ruhu bir çeşit yalnızlık içinde...

Akıl hayretten vurulmuş gibi..

Safiyet çemberine çok yanaşmış olmalıyım ki ben de bir şeyler olmağa başladım...

Bu hücreden hocam kâinatı seyrediyordu.

Gördüklerini cihan seyyahları göremez...

İrâdem, akıl almayacak kadar sevgi içine daldı..

Ruhum sevip sevmediğini ve ne yaptığını ifâdeden âciz bir hâlde...

Hafıza yok gibi..

Duyular işlemez...

İnsan şekilsiz bir şey görür gibi oluyor, o anda...

Hocam görüyor, ben de kapı aralığından aynı hâli seyrediyordum... Seyrine doyum olmayacak kadar güzel, rengi yok...

Fakat bütün renkler kadar cazibesi var...

Görülen ışık, güneşe benzemez, fakat çok lâtif bir aydınlıktır.

Ve bütün ruhî ve bedenî ışıklar ondan gelir..

Görülen şey bir yer işgal etmiyor, fakat her yerde, her şeyde vardır. Her tarafı doldurur.

Görülen şey kımıldamıyor fakat her şeye tesir ediyor.

Ve onu idare ediyor...

Ruh gördüğü ışığın fazlalığından kamaşır...

Güneşe baktıktan sonra eşyayı görmekte zahmet çekenler gibi, yalnız güneşin büyük bir ışık olduğunu anlar..

Onun gibi bu karanlıkta ALLAH ruha büyük bir aydınlık neşreder. Ve onunla ruh hususî bir hakikat değil, fakat ALLAH'ın mahiyeti bilinmeyen iyiliği hakkında umumî, belirsiz bir bilgi edinir...

İnsan bütün bencil menfaattardan sıyrılır, fakat bu ilâhî bir dolgunluğa yer vermek içindir.

Düşünceler ve arzular devâm eder, fakat hepsi ALLAH'a yönelir...

Hocam birden bire ba ş ını döndürdü, arkasından bana baktı..

“Seni hırsız, ne seyrediyorsun?” dedi.

Ses çıkarmadım, O:

“Bu temaşada ruh bütün kabiliyetlerinin üstüne çıkar ve engin bir yalnızlığa dalar, bu hududsuz hayrın saklandığı esrarlı karanlıktır, insan tek ve sâde olan bir şeyin, ilâhî ve sonsuz huzuruna varır..” dedi...

“Halk dağın eteğine kadar gelir; oraya yalnız Musa çıkabilir oğlum!..

ALLAH, hatıra gelen her şeyden başkadır.

Gönülde ona şekil verilemez.

Biz ancak bu âlemde ef'âl-i ilâhîye, âyât-ı ilâhîye ve hikmet-i ilâhîyeleri bir nizam hâlinde, müşahade eder, görürüz.

İnsan, ALLAH'ı idrâkten âciz olduğunu hissettiği dakikada onu idrak etmiştir... ALLAH'ı bulamıyacağını anladığı dakikada insan ALLAH’ını bulmuştur!..” dedi..

Bugünkü dünyanın mülevves çamuru içinde kıymet bilenler kendilerini, gurup eder gibi gayb edip gizlendiler.

Vaktiyle manen dağlarda gezerken bir zenci görmüştüm.

ALLAH diye haykırdığı zaman simsiyah yüzü bembeyaz oluyordu.

Tekrar kendi rengini alıyordu...

ALLAH'ı ananlar böyle olursa, ALLAH ile olanlar gayr-ı mer’î olurlar... Gizlenme budur...

Mansur'un:

“HAKK benim!” diyen başı, kadrini bilen için vurulmuştu...

Akan kan yerde şu nakşı yapıyordu:

“Vurun başım kanı aksın, kadir bilene doğru!..”

Âmiyane : f. Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette.

Ta’bir : (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.

Heybe : Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba.

Refika : Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş Say-i fıtrîsine : Yaratılıtan gelen çalıma yeteneği.

Gayr-ı mer’î : Görünür olmayan, görünmeyen.