“BU SIR, PERDE ARKASINDA GİZLİDİR VE GiZLi KALACAKTIR.”
İmânın çıplak mânâsı, basit, kolay bir inanış şeklinde görünür insanoğluna..., İmân lekesiz bir kalb huzuru ile kanmak, doymak demektir...
İmân edilecek, inanılacak şey, îmân ediciye muhtaç değildir.
Fakat îmân edecek, îmân etmek istediği şeye muhtaçtır.
Okuma yazma, insanların zâhiri Ta’limidir.
Hakiki Ta’lim ve terbiyenin miyarı, okuma yazmadan çok yüksektir.
Hakiki Ta’lim, insanda meknuz îmân nüvesine varmaktır.
Bir damla su gibi görünür boş kafalara îman..
Bir damla su, bir şey ifâde etmez.
Fakat bir kaya kovuğuna girer donarsa, kayayı çatlatır.
Buhar olursa, bir gemiyi yürütür,
İmân insanda değer görürse, her yolu gösterir insanoğluna...
Hakikî îmânâ ulaşmış bir insan, öldürülebilir, fakat ruhu daima yaşar. Gördüğünüz şeyler yok edilebilir, fakat görmediğiniz şeyler yok edilemez. Dalgaların çokluğu deryayı çoğaltmaz.
Sıcak tesiriyle havaya uçan su zerrelerine “Buhar”...
Yukarıda toplanınca “Bulut”...
damla damla aşağıya inmeye başlayınca “Yağmur”...
Yağmur suları toplanıp cereyana başlayınca “Sel”...
Deryaya ulaşıp karışınca yine “Derya” olur...
Bu iki derya evvel ve âhirdir...
Dün, bugün, yarın, öbürgün gibi ifâdelerin hepsi de bir olur...
İki derya arasındaki buhar, bulut, yağmur, sel. işte bunlar perdelerdir...
İmân, insana, bu perdeleri târif eder, öğretir, kaldırır...
Ezel ile ebed arasında fasıl, senin senliğindir.
Sen bu senliğin ile, ezel ile ebedi ikiye ayırıyorsun...
Ortadan çıkıver, ne olur!
İşte îmân bunu öğrenmektir...
Göz her şeyi görür, fakat kendini göremez.
Göz kendini göremediği hâlde, bir perde ile gizlenmiş olanı, nasıl görebilir. Bunu îmân gösterir insana işte...
Size kolay anlaşılmayan bir hikâye anlatacağım;
Hikâyenin mefhumları bizim mefhumlarımızla uymaz da ondan anlaşılmaz... Suyun bazısı tatlıdır...
Bazısı çorak, acıdır...
Su, her yerde, her zaman aynı sudur...
Tatlı, acı, çorak, çeşitli olsa da hakikati değişmez.
Bu hikmete, “ilmi ercül” HAKK’a doğru yürüme ilmi denir.
Bahar herşeyin üzerine aynı tesiri yapar...
Fakat bir yerde gül bir yerde diken biter.
Aynı yerden su çıkar, birisi maden suyu, diğeri tatlı, bir diğeri zehir gibidir, ağıza konmaz.
İmân, bunların niçin böyle olduğunu öğretir insanoğluna.
İmânın lüzumunu Cenâb-ı ALLAH arzu buyurmuştur.
Zât-ı ehadiyetinde ekber olan Cenâb-ı ALLAH (Celle Celâlüh) bütün esmâlariyle görününce, kâinat tekevvün etti...
Her canlı, cansız mevcudatta bu esmâların bir kısmı arzuyu ilâhî ile mevcuddur...
Bütün esmâları câmi insandır....
Bu esmâlara hitap için, zâtından sudûr edecek arzu ve emirlere dayanacak şiddette mahlûk bulunmadığından, yine kendi arzulan üzerine, ilk yarattığı nûrun mümessili Nûr-u Resûlullâh'ı taşıyacak hususî insanı yarattı; bunlar da Peygamberlerdir.
Bu ahizelerle insanlara hitap etti..
Onun için Peygamberimizi:
Hususî terbiye,
Hususi bünye,
Hususî ahlâk,
Hususî edeb,
Hususî fazilet hasletleriyle yarattı ki hitabın şiddetine tahammül edebilsin. “Dağa indirseydik, dağ paramparça olurdu...” buyuruyor.
Şiddetin voltajı bizim tahammül hududumuza Resûlullâh'da iniyor ve bize intikâl ediyor...
Onun için:
“Sen dilini oynatma.. Ne emrolunuyorsa bildir. Kur’ân’ı biz toplıyacağız, biz devâm ettireceğiz.” buyuruluyor.
Din, esmâları taşıyan mahlûkata bir vasiyet, bir vaaz, doğru yol rehberidir. Bunu anlamağa îmân denir....
Onun için din hakkında tenkidi yazı islâm'da yasaktır.
Cenâb-ı ALLAH, herşeyi yaratmadan evvel, bizzât kendi lütuf ve ihsan yolu ile mahlûkat hakkında rahmeti tercih buyurmuştur.
Ve kendisine rahmeti vacib kılmıştır.
Vacib, herhâlde olması zarurî olana denir...
İlk hüküm ve tecellî, mahlûkatı hakkında rahmetten ibaret olmuştur.
Rahmetin zıddı gazabdır.
Fakat Ahlâk-ı İlâhiye’nin muktezası değildir.
Belki fenalıklara karşı tecellî eden Rabbânî bir hikmettir.
Evvelden sevmediğini haber vermesi insanlar için büyük lûtuftur.
İşte bu lûtfa karşı, edebi, îmân öğretir insan oğullarına, imân mektebine gireceklere bir alfabe kitabı lâzımdır.
Bu kitapta şunlar vardır:
ALLAH'ın birliğine,
Meleklere,
Kitaplara,
Resûllere,
Âhiret gününe,
Hayır ve şerrin ALLAH'tan geldiğine,
Ba'sü bâ'delmevte, kuruntusuz bir çocuk safiyeti içinde inanmak yazılıdır.
Bu alfabeyi okuduktan sonra îmânı kuvvetlendirmek için:
Namaz,
Oruç,
Zekât,
Hac,
Kelime-i şehadet...
Bunlarla vücud ve ruh disiplin altına girer...
Ve hakikî îmâna namzet olur insan...
Cenâb-ı ALLAH bunların hiçbirine muhtaç değildir.
İnsanoğulları bunlara muhtaçtır da ondan, Cenâb-ı ALLAH bunları rahmet ile sararak gönderiyor kullarına....
Bunlardan sonra:
Temiz olanlar,
Sabırlı olanlar,
Mütevekkil olanlar,
Kanaat edenler,
İnfâk edenler, hakiki îmâna girmeye başlarlar...
Bu gibiler için âyetler şunları müjdeliyor....
“O îmân edenlerdir ki, ALLAH zikredildlği zaman kalbleri titrer.
Karşılarında âyetler tilâvet edildiği zaman îmânları ziyâdeleşir.
Onlar ancak Rablarma tevekkül ederler, dayanırlar, namazı doğru kılarlar, rızıklarına kanaat ederler.”
İşte bunlar hakkiyle îmân edenlerdir.
Bunların ALLAH nezdinde dereceleri vardır.
“Essüadâümakbûlün indellah” olanlar bunlardır.
Bu gibiler konuşurken kendilerini belli ederler.
Zira savt - edeb içindedirler.
“İnnellâhe yuhibbürrakikus-savt) = “ALLAH yavaş seslileri sever.”
Sessiz konuşurlar, sessiz dua ederler....
Bunlardan birine sormuşlar:
“Gecen nasıl geçti?
“Keyfi Usbuhat?”
Cevaben:
“Benim yanımda ne sabah ne de akşam vardır!” buyurmuştur.
“La sebahe indî velâ mesâ!”
Bize ALLAH'ı târif et dediklerinde:
“AHAD'dir, tek'dir, değişmez, başlamaz, bitmez, öncesi sonrası yoktur.
Gün gibi aşikârdır, görünmez.”
Görür (bizim gibi değil), işitir (bize benzemez), bilir, bilmesi meçhulden malûma.
Malûmdan malûma yürür.
Bilmediği yoktur.
Her an yapan, yaratan odur.
Her dilediği bir oluştur.
Var iken yok, yok iken var eder.
Onun vücudu dışında varlık yoktur.
İnsanların bir kısmı aydınlıkta gezer, kördürler.
Diğer bir kısmı karanlıkta aradığına dokunup ne olduğunu farketmeyen şaşkın gibidir...
Her insanın idrakine göre, kendini gösteren nihâyetsiz var olan nûr, bu İhata edilmez varlık “ALLAH” işte!..” diye târif etmişlerdir.
İşte bu târifi hakikî îmân öğretir insanoğluna.....
HÂLİK’ı tanımak için hissettiğiniz, duyduğunuz, aklınızın saplandığı muammaları çözmeğe kat'iyyen kalkışmayınız...
İmânda olan, HÂLİK’ı esmâlariyle görmektedir.
Esmâlarıyle; çocuklarınızla beraber oynadığını, bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle size uzandığını, çiçeklerle gülümsediğini görürsünüz...
Bu görüş, duyuş, insanların içinde öteye ait bir bilgi olduğunu isbat eder.
Bu bilgiye varmağa çalışmak îmân aşılar insana!..
Muhteşem ve mağrur bir teslimiyet içinde, sonsuzluğa doğru ilerleyen hayat kervanının dışına çıkmak olan ölümden korkmayınız...
Rüyalara inanınız, çünkü ezele giden kapılar onların içindedir.
Rüyaların, güzelleri, sıkıntı verenleri vardır.
Bunlar tabiî maddî âlemdekilerin şekil, tarz ve hadiseleri gibidir.
Fakat arada bir çok farklar vardır.
Bunları bulunuz. Ben size bir ip ucu vereyim....
Rüyada, renk, her türlü dünyevî zevk, elem ve keder tezahürleri vardır.
Yalnız dikkat ederseniz “Koku” yoktur.
Bunu çözmeğe çalışınız.
Ama o kadar kolay değildir.
Hepiniz rüya görmüşsünüzdür.
Rüya hakkında bilginiz de vardır. Fakat bunların hepsi târiftir.
Rüyaları bu yönden tahlil ederek, olan ve olmayanları tefrik ediniz.
Önünüze büyük müjdeler, büyük hakikatler açılır....
Akıl ile her işi hâlletmeğe kalkmayınız.
Akıl hilekârdır.
Tuzak kurar insana...
Akıl korkaktır.
HAKK korkusu, îmânın ism-i hasıdır.
HAKK'dan gayri varlıktan korkmak, gizli bir şirkten başka bir şey değildir.
Irmak gibi yağmur ve buluttan sermaye arzulama...
Dünyada sonsuz ol, son isteme...
Gül kokusu, gülü terkettiği için her sahaya yayılır...
İmân edene Peygamber “Ümmetim” dedi.
Dikkat edilirse Ümmet kelimesinde “Ümm-Ana” kelimesi vardır.
Peygamber rahmet getirdi ve bildirdi.
Ana şefkatı Peygamber şefkatidir.
Zira onun Peygamberlik ile alâkası vardır.
Milletler, analarına ta’zim ve hürmetle kurtulabilirler.
Analar, Milletlerin bünyelerini dokurlar...
Onun için: “Cennet anaların ayakları altındadır” buyrulmustur.
Bu büyük hikmeti, îmân öğretir bilmeyenlere....
Hakiki îmâna varan, HAKK’ın gönlünde bir sır olduğu gibi, HAKK’ın âyetlerinden bir âyet olur...
HAKK'tan gayri bir gaye uğruna, kılıcını çeken kimsenin kılıcı, kendi göğsüne gömülür...
Bunlar ancak îmân ile elde edilir.
Hakiki îmânda olan, ahlâk, fazilet,
adalet, doğruluk, kanaat hasletlerinin canlı şeklidir...
Bu gibilerden denizdeki balık, uçan kuş bile kaçmaz..
Sokulurlar yanma, kırk yıllık dostmuş gibi...
Yazık o insana ki isindeki îmân ateşi sönmüştür.
Kâbe'de doğup puthanede ölmüştür....
Dünyada muhtaç olmamak için HAKK'ın rengine boyanmak lâzımdır.
Bu da îmân ile mümkündür ancak...
Miyar : Mi’yar : Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan.
Ahize : Bir elektirik akımını alıp başka bir kuvvete çeviren âlet, alıcı. kulaklık.
Tercih : Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.
Mukteza : Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza)
Savt : Ses. Bağırmak.
Haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
TEKRAR DİRİLECEĞİZ
Her şey mütenasib olarak yok ve tekrar var oluyor.
Elektirik ampülü saniyede 50 defa yanıp söndüğü için, biz onun devamlı yandığını zannediyoruz.
Zamanla mukayyed olmayan, bir anda yok ve var oluyor!
“Kün!” işte budur.
Zaman ve mekan dışıdır.
Onun için idrak hududumuza sokamıyoruz.
Vicdanları gâyet müsterih ve sakin bazı salih insanlar vardır ki kalblerinde ve sözlerinde tecelli eden huzur ve sükuna iştirak edilmedikçe yanlarına yaklaşılamaz.
Bu çeşit bir mübareğin yanına bir gün yaklaşmak mümkün oldu da bu yazı bu konuşmadan sonra onların malzemesiyle diziliverdi.
Ben de size anlatıyorum.
Herhalde hoşunuza gidecek ve mânevî zevkinize bir okşama yapacaktır.
Bu çeşit insanlara yanaşamayanlar, Resûlün tebliğ ettiği âyetleri kendi kafalarında tefsir ederek haramı helal yaparlar.
Fetvalar verirler.
Temiz kalbli müminlerin ruhlarını bulandırmaya çalışırlar.
Bunlar bir gaye altında çalışan sinsi, kendilerini çok akıllı sanan bir cemiyetin azalarıdır.
Dinden bahsederler, mânevî mevhumları kalbte kalıplara dökerler, görmüş gibi mânevî âlemin haritalarını çizerler; sonra da öteki âlem yoktur, âlem birdir diye öküzün bile inanamayacağı birçok vaaz ve nasihatlar yaparlar.
Mahşer, kıyamet, âhiret kelimelerinin ifâde ettiği mânâ Allah’ın mutlak hükümlerinden birini ifâde etmektedir.
Mahşer, toplanılacak yer...
Kıyamet, ölülerin dirilmesi.
Âhiret, öbür dünya, insanların öldükte sonra vasıl olacağı âlem.
Kur’ân’a göre insanın hayatı ölümle nihâyet bulmaz.
Ölüm, başka bir âlemin kapsını açar insanoğluna.
Dünya hayatı bir gaye değildir.
O, ruhun maddi teşekkülat içinde vuku’ bulan tekamül mertebelerinden birini ikmal etmek için bir vasıtadır.
Varlıkların tekamülleri için dünyaya gelmeleri lazımdır.
Nisbî ve izâfî her şeyin oluşundaki noksanlık, bir zarurettir.
Beyaz renk dediğimiz zaman, bir şeyin eksikliğini ifâde etmiş oluruz.
Bu eksiklik de onun beyazdan başka renklerden mahrumiyetidir.
Her sıfat bir kusurun ifâdesidir.
Her şey kendilerine nispet ve izâfe edilenden başka şeylerin eksikliği ile malüldür.
İzâfyet ve nispet ancak Halik hakkında bahis mevzu’u olamaz.
Mezar, topraktan bir yerdik ki arkasında cennetin huzuru vardır.
Toprakta “HAYY” tecelli ettikten sonra, insan şeklinde dünyaya geldik.
HAYY çekilince ceset edeben eski yerine çekilir.
Mezarda, umumi olarak kimyevi bir tahlil başlar.
HAYY, değiştirdiği toprakta tekrar topraklaşmak gayesindedir..
Cesedin toprağa tevdi’ edilmeden evvel birtakım sıkı merasimlere tabi’ tutulmasında büyük hikmetler gizlidir.
Burada zaman, mekan, hazırlık, mânevî hizmet mevhumları birden bire ayaklanır.
Bir ferdin ölümü; Kıyamet-i Suğrâ.
Nesillerin kâmilen ölmesi; Kıyamet-i Vusta.
Haşr ü Neşr günü; Kıyamet-i Kübra isimlerini aldığı gibi.
Karar günü, Hesap günü, Telafi günü, Cem’i günü, Huruc günü, Tevafün günü, Din günü isimleri de verilmektedir.
Bu günün meydana gelişi, Rabbü’l-âlemîn’in vasıtasız tecellisiyle olacaktır.
İnsanoğlu, ölümü akıl ve ilmiyle izaha kalktığı günden beri vardığı netice; “Yokluk”- “Adem” kelimelerinin izah çerçevesi içinde kalmıştır.
Bundan dolayı insanoğlu, ilmi ile fenni ile hırslarıyla kitap ve âlimleriyle bütün akademik bilgi müesseseleriyle ölüm hakkında acı, hıçkırırk, göz yaşı ve ızdıraptan başka bir tecelli ve izâh abidesi kuramamıştır.
Ölümü;
Kalbin adalesindeki bir bozuklukla kan deveranının inkıta’ı ile,
Beyinden bir damarın kopması ile,
Tansiyonun yüksekliği ve düşüklüğü ile,
Kanser, verem, daha birçok, binlerce isim alan hastalıklarla izaha ve teselli bulmaya savaşmıştır.
Bizimle konuşan, sıhhati yerinde, gülen ve işiyle gücüyle meşgul bir insanın bir anda yok oluşunu, katillerin, fazileti âlim ve insanların sonudan ne olduğunu ne olacağını bütün dünya âlim ve ilim müesseselerine sorsak alacağımız cevap ancak:
“Bilmiyorum!”dur.
Bu kelime ölüm kadar karanlıktır.
Bu karanlıkların aydınlanmasını isteyen insan, bunu ancak iman kürsüsünden dinleyip öğrenebilir.
İman;
İnsanı Halik’a bağlayan kaçınılmayan mânevî bir bağdır ki zerreden atomlara, atomlardan moleküllere, moleküllerden yıldızlara, yıldızlardan nebatlara, nebatlardan hayvanlara kadar. büyük bir silsile teşkil eder...
Kitâbullâh’ta:
“Gökler, yeryüzü ve bütün mevcudat Halik’ini tesbih eder.
Hiçbir şey yoktur ki onun hamd ve senasıyla hareket ve tesbih bulunmuş olmasın.
Çimen, ağaç her şey secde etmektedir.
Görmez misiniz göktekiler, yerdekiler, güneş, ay bütün ecram, dağlar, nebat ve hayvanlar hepsi secde ve tesbihtedirler!
Binlerce kuşlar sabahları Allah’ı tesbih ederler.
Bütün bu mahlukat yaratıldıktan beri canlı ve cansız her yerde Allah’a karşı nizyaz ve tesbihlerini bilerek bilerek devam ettirmektedirler.
Allah da onların yaptıklarını bilmektedir. Lakin siz onları görmüyor ve tesbihlerini işitip anlamıyorsunuz!”
Bütün Kâinat bir hamd ü sena, niyaz ve tesbih ma’bedi halinde yaratıldığından beri gelip gitmektedir.
İnsandan maada bütün canlı ve cansız yaratılanlar istisnasız bunu bilir ve yapar.
Ne yazıktır ki insanoğlu umumi bir taat ve tesbih çemberine girmemiştir. Habil’i öldüren Kabil gibi hırs ve madde güruhuna uyanlar; hırslarını tatmin için yerleri kazdılar, dağları deldiler, bugünkü fennin mübeşşiri oldular. Habil’in grubu ise kazâ ve kaderin çerçevesi içinde tevekkülde kaldılar.
Bu küçük hikayenin mânâ, 60 senelik bir dünya hayatına sığdırılmak istenen fazilet, ahlak, kanaat mevhumlarıyla hırs ve maddeye tapma arzusunu ve şehvaniyet mevhumlarının mücadelesini ifâde eder ki bu mücadele hakikatın nûrundan uzaklaşma saikasının verdiği mantıkla insanoğluna ahlak, adalet, fazilet ve doğruluk hasletlerini haykıran dinlerin, hırs ve nefsani arzuların tatminine engel olduğu ileri sürülerek netice itibariyle beşeriyetin, yekdiğerini boğazlamaka için her an hazır bir halde birbirlerine hırs ve düşmanlıkla bakmasını husule getirmiş ve bugünkü dünya bu kisve altında düşünen kafa için bir üzüntü silsilesi haline gelmiştir.
Halbuki ölüm, bir yokluk ve varlık bataklığı değildir.
Pırıl pırıl açacak bir sabahın son karanlığıdır.
Hayatın beşikle mezar arası kısa bir mesafeden ibaret olduğunu sanan dar bir kafaya, mezar dağlarının arkasından sökecek bir ölmezlik sabahının tülleneceğini anlatmak çok zor ve korkunç bir iştir.
İlim ve fennin, kitap ve hükümleriyle gözyaşı acı ve ıstırap kelimeleriyle kapadığı ölümün hakikatını ancak Peygamgerlerin tuttuğu meşale altında, iman yolculuğuna çıkmış insanlar anlayabilir ve başarabilir.
Yaşamak hırsı içinde bulunan insanoğlunun, dünyada iken sarıldığı lezzet ve zevkin bir anda, yokluk diye inandığı ölüme sürüklenmesi kadar hicran
olamaz.
İmansız, karanlık bir akıbete dünyadan giderken çivilenmiş hırsı ile ruhu birbirinden gıcırtı ile sökülür ve ayrılır.
Diğer taraftan imanlı bir insan, ölüm kelimesini hecelerken tatlı bir vuslat içindedir.
Bütün ömrünü sevgilisinden kalma bir mendil gibi dünya hayatına sallayarak ölümle sarmaş dolaş olarak ebediyet gözlerini yumar gider.
Semânın insana korku veren engin derinliklerinde pırıldayan yıldızlara ASTRONOT gönderen bugünkü ilim ve fen, biyolojik bakımdan hayatı, canlılığı şöyle tarif ediyor:
Hayatın ilk canlı atomu olarak hücreyi kabul eder.
Cansız moleküllerin suda eriyerek bilinmeyen bir kudrete iyonize olmasından ilk hücre meydana gelmiştir.
Canlı uzviyet kimyasının vardığı fennî, ilmî bu sır;
Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiyâ suresinin başlangıç olarak bildirdiği şu âyetin aynı ve izahıdır.
“Vecealnâ minelmâi küllî şey’in hayy”
Burada çok ince bir mânâ ve hakikat gizlidir.
Maalesef şimdiye kadar, yukarıda anlattığımız küçük hikayenin verdiği zihniyet içinde bu Âyet-i Kerîme’nin büyüklüğü garp âlimlerinin yüzüne onların ilim kelimeleriyle izah edilerek savrulmamıştır.
Kâinattaki maddeler evvelce mevcut olmayıp sonradan husule gelmiştir. Evvelce mevcut olmayan madde sonradan yaratılıyor demektir.
Maddenin evvelce mevcut olmayıp sonradan husule geldiği kabul edildiğine nazaran;
Yani cansız moleküller suda eriyor.
Sonra iyonize oluyor.
Ve ilk canlı molekül hücre teşekkül ediyor.
O halde bunun bir yaratıcısının mevcut olacağı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Madde mevcut olunca zaman ve mekan mevhumları bizzarur çıkıyor, canlı da zaman ve mekan ile mukayyed oluyor demektir.
Bu canlı hücrenin hayatı için evvelce hazırlanmış şartların mevcudiyeti de lazımdır.
Arz, güneşe en uygun uzaklıkta olduğundan bu iyonizasyon arzda vuku’a gelmiştir.
Bu tesadüfi bir hal değildir.
Bugün astronominin bildirdiğine göre tetkik edilen birçok yıldızda iyonizasyon olmadığı ve hayatın da olmadığı ileri sürüldüğüne nazaran bu şartların orada olmadığı ortaya çıkar.
Canlı moleküllerin en mükemmel mimarisi insan vücudundadır.
Bu mimarideki diziliş sabit ve değişmez bir kimya olmasına rağmen akıl yoran mütemadiyen harekette bulunan bir ahenk silsilesidir.
Bu tesadüfün bir eseri değildir, olamaz da.
Bu ahengi hiçbir kuvvet katiyen değiştiremez.
Canlı moleküllerin esas özü olan protoplazmada gıda yolu ile alınan birçok maddeler yerlerini yeni maddelere terk ederek vücuttan çıkar gider; yani uzviyet her an yenileme mahşeri içindedir.
Bir hayvanın, bir insanın veya bir nebatın tohumunu; hem vücudu içinde hem dışarıda hiçbir kuvvet te’siriyle yapacağı neslin imar işinde şaşırtmak imkan haricindedir.
Erik ağacı elma veremez.
Kedi tavşan doğuramaz.
Karınca sinek çıkaramaz.
Canlı olabilme hadisesi; o halde moleküllerin ahenkli değişmeyen bir düzeninin ifâdesi.
Maddelerin bu ahenk içinde dizilişi, El Bedi’ esmasının tefsiri, bu ahengin Allah’ın esmalarıyla tecelli ihtizazından ibarettir.
99 esma, kimyanın MENDELYEF cetvelindeki anasırın yaradılışındaki kudretin sudur yeridir.
Ölüm canlı moleküllerin ahenki dizilişinin bir anda çözülüşü ve kimyevi anasıra ayrılmaya gitmesidir.
Parçalanan bu kimyevi unsurların en son kalan elle tutulan kısmı kemiktir.
Bu kemik parçası diziliş ahengi bozulmuş cansız moleküller yığını değil midir? Bunun tekrar canlı molekül haline gelmesi bir tecelliye vabestedir.
Allah istediği an ahengi var edebilir, yok edebilir.
“Kûn feyekun, her şey aslına dönecektir.” âyeti budur.
Yanan bir elektrik lambasını biz devamlı yanar görüyoruz.
Halbuki o saniyede elli defa yanıp sönmektedir.
Bizim zaman ve mekan idrak hududumuz dışında olduğundan, onu zaman ve mekan dışında “Kûn feyekun!” oluşunu idrak edemiyoruz.
Jeoloji, astronomi ilimleri arz için sonun mecburi olduğunu kabul ediyor. Havadaki bir değişiklik veya bir kuyruklu yıldızın arza çarpması bu sonucu husule getirecek diyen eski iddialar tatmin edici değildir.
Zira yıldızlar arasındaki açıklık ve boşluk o kadar derin ve korkunçtur ki yıldızların yekdiğerine çarpması imkansızdır.
Korku verici bu genişlik bu kadar basit gibi görünen büyük hadiselerin vuku’una manidir. Güneşin aya girmesi, kamerin husufu, Kur’ân ayetleri, dolayısıyla madde muvazenesinin madde aleyhine çevrilmesini ifâde etmektedir.
Allah’ın mutlak hükümlerinden biri olan son, kıyametin Rabbü’l-âlemin’in vasıtasız tecellisiyle meydan geleceği keyfiyetini açıklamaktadır.
İşte bu hal Allah’ın arz enerjisi sisteminde vasıtasız olarak yenileme emri verilmesinden ibarettir.
Bu enerji değişmesinde yeni ve taze atom sistemlerinin meydana geleceği fizik kanunları arasında en kuvvetli yeri almaktadır.
Atomların madde ve sistem teşkil etmelerindeki bu konuşma Kur’ân ayetleriyle bildirilen “Kevn” lafzının canlılık için elverişli şartların tekevvünü ile maddecilerin bağırdığı iyonizasyonun tekrar başlayarak protoplazmanın ve hücrenin teşekkül edebileceğini ve hayat ahenginin tekrar kurulacağını ifâde eder.
Molekül ve atomlardaki bu nuntazam alışkanlık o gün bizim mimarimizi yeniden dokuyacak ve emir âleminin o güzel, ölmez ruhu bu oluş ahengi içinde vücudun canlılık halini terar süsleyerek onu diriltec ektir.
O halde, toprakta kalan o kuru kemik parçası, tekrar taze filiz vererek canlanacaktır.
Tekrar dirileceğiz o halde...
Resûlü Ekrem’in bildirdiği Allâh’ın emrinden olan ruhu inceleyelim:
Ruhî fiillerin ve tezahürlerin merkezi olarak ilim ve fen beyni kabul ederek ruhu inkar yoluna sapmıştır.
Bugün beynin en ince noktasına kadar haritaları yapılmıştır.
Bu haritaların tetkiki, ruhu inkar edenleri utandırmıştır.
Beyin hastalıklarında yapılan otopsilerde ve eldeki beyin haritalarında, muhtelif hareketlerin merkezleri, bacakların, ellerin, parmakların her türlü hareki fonksiyonları için beyinde merkez tesbit edilmiştir.
Fakat korku, gurur, emir gibi hissi mefhumlar; düşünce akıl, hayal gibi insanları insanlık vasfını merkezleştiren birtakım melekeler beynin giçbir tarafına yerleştirilememiştir. İnsanları, cemiyetleri yekdiğerine bağlayan birtakım ahlaki hasletlerin hastalık şeklinde noksanlığına müptela olan cânilerin, hırsızların, anormal şehvetperestlerin, gaddar zâlimlerin öldükleri zaman yapılan otopsilerinde beyinde hiçbir anormal değişiklik tesbit edilememiştir. Son yıllarda beyin üzerinde yapılan elektrikî grafiklerin tetkikinde; akıl, düşünce, zeka, cesaret, ahlak, fazilet umdeleri normal veya anormal olan kimselerde bir değişiklik göstermemiştir.
Bir meçhulu, halli güç diğer meçhullerle halletmek zaruretine ancak elimizde müspet ve izah edilmiş delillere dayanan makul bir nazariye bulunmadığı zaman katlanabiliriz.
Netice olarak:
İnsan bedeninde beyin ve hücreden maada gizli bir mânâ cevheri mevcuttur. Bugünkü akademik bilgilere inanan garbın alimleri ruhu yanlış tasavvur etmektedirler.
Bedene giren, çıkan, gözle görülmeyen bir şey hissediyorlar; fakat ruh anlamını ikrardan korkuyorlar.
İslam felsefesinde ve Kur’ân’daki ruh anlamı bunlarca anlaşılmış olsa, hepsi ruhun mevcudiyetini ikrardan ve teslimden çekinmeyecekleridir.
Fakat şu muhakkaktır ki bir gün gelecek bunu iman ile bağırarak ikrar edeceklerdir.
Resûl’e ve Kur’ân ayetlerine dayanarak ruhu şöyle izah edebiliriz:
İnsan vücüdu his esmasının canlılık halini devam ettirdiği müddetçe bir radyo cihazı gibidir. Dimağ bu cihazın elektrik tesisatı, lambaları ve teknik aksamı
mahiyetindedir.
Bu radyo cihazında asıl radyo dalgalarını dağıtan verci cihazda, yani radyo merkezinde konuşan şahıs nasıl hassasını diğer radyolara veriyorsa; Rabbü’l -âlemin, verici radyo merkezi olan ruhların bulunduğu levh-i mahfuzdan, bütün âleme hitap ediyor.
İnsana insan vasfını veren ruh olduğu gibi, radyoya radyo vasfını veren de verici radyodan çıkan ruh ismi verilen, bu his dalgalarıdır.
Dış görünüş itibariyle radyo, madde cihazı ile elektrik cereyanından müteşekkildir.
Halbuki verici, radyo dalgalarını vermediği yani konuşmadığı müddetçe bütün bu maddî tesisatı havi radyolar tamamen sessiz ve hareketsizdirler. Ruhun ebediliği âlemine izâfetendir.
Bin küsür sene evvel ruhun emir âleminden olduğunu dünyaya haykıran muhterem ve mübarek Resul-i Ekrem'in bu inci sözünü maddeye tapan göz ve kulak, bir türlü idrak edemez.
Bir çok ilim kazanında yoğrulmuş, türlü kalıplara dökülerek mantık süzgecinden süzülmüş sözlerle, binlerce ciltlik kitaplar yazılıyor ve bu gün herkesin evinde ve dünyanın her tarafında bulunan radyo bize ispat ediyor ki:
Asıl radyo, verici istasyondur ve orada konuşan spiker asıl radyodur.
Her dalga uzunluğundaki his dalgalarını ve ihtizazları alan büyük Velîler senelerce evvel vücudun vahidden ibaret olduğunu haykırmışlar:
“Müessir ile Müessirun fih” ifâdelerini kullanmışlardır.
Bütün dünyadaki radyolar kırılırsa radyolar vahid olur.
Teker teker işleyen radyolar bu dalgaları almaz hale geldiği zaman, kıyamet-i suğra vuku’a geliyor.
Bir gün bütün radyolar dalgaları almaz hale gelecek o zaman kıyamet-i vusta olacaktır.
İnsan mevcudiyetinden çıkan ruh radyonun muattal hale gelmesini ifâde eder.
"Ankara radyosunun neşriyatı bitti. Geceniz hayırlı olsun!.." dendiği zaman yarın radyo konuşmayacak demek değildir.
Emir âleminin ihtizazı olan ruh ayrıldı diye yarın insanın tekrar dirilmiyeceğini söylemek doğru değildir. .
Kıyamet-i kübra husulünde mükerreren kâinatın tek konuşan spikeri Cenab-ı Zülcelâl tekrar konuşacak ve yıllarca sessiz kalmış radyo cihazları da tekrar ses vermeğe başlıyacaktır ki bu “Ba'sü bad-el-mevt”tir işte.
Hangi tohum ekilmiş de bitmemiş...
“Eleyse zalike bikadirin 'ala en yuhyiyelmevra.!..”
Hallacı Mansur, radyosuz asıl spikeri dinledi ve:
“Radyo yoktur ve yalnız spiker vardır!” diye bağırdı: “Ene’l-Hak".
Bu derin hakikati işitenler köylerde radyo dinleyen ve radyonun hangi
mekanizma ile işlediğini bilmeyen insan kitleleri gibi anlayamadılar...
Ve onu vurdular!..
Fir'avun da Allah'lık iddia ettiği için devrildi.
Mansur da:
“Ben Allah'ım!” dedi boynu vuruldu.
Ama firdevslere yükseldi...
Anlamadan anlamaya, söylemeden söylemeye, korkunç uçurumlar kadar fark vardır.
Açık hakikatlara itiraz etmek, insanları felakete sürükler.
Allah'ın Velîlerinden mübarek bir zat şeyhinin bekâ âlemine göçmesi üzerine teessüründen kabrini ziyaret eder, dönerken:
“Bu dünyada artık ne var şeyhim göçtü, yaşamak mânâsız!.." diye düşünüyordu.
Tam bu sırada önünde bir nûr belirdi.
Nûr gittikçe büyüdü, kesif bir hal aldı; şeyhinin hayattaki şeklini aldı.
Müridine elini uzatarak:
“Acele etme oğlum daha ben bile ölmedim. Sen ölmeğe ne diye hazırlanıyorsun!" buyurdu.
Büyük Bestamî buyuruyor:
“Ben hakikate erdikten sonra şunlarda yanıldığımı anladım:
Sanıyorum ki ben Allah'ı istiyorum.
Sonradan, anladım ki Allah beni istiyor.
Allah'ı zikrettiğimi sanıyorum.
Meğer Allah beni zikrediyormuş.
Yaptığım şeyleri kendi faydam için yaptığımı zannediyorum sonradan öğrendim ki Allah'a çoktan kavuşmuşum!"
Bütün beşeriyet, âlimleriyle, kitaplariyle, üniversiteleriyle ölüm hakkında asırlarca söylemiş, karalamış, bağırmıştır.
Netice hepsinin hulasası şudur:
Hıçkırık, gözyaşı, ıstırap...
Ve binlerce hastalık nev'i isimler, teşhisler.
Bu bir satıra çıkan kelimelerin mânâları ile teselli bulmağa savaşmıştır.
Ölüm ve ötesini herkes mırıldanmıştır.
Her önüne gelenden bir iki şeyi öğrenmekle kendisini olgun addeden kimseler, dinin kemâl ve inceliklerini anlıyamadılar.
İslâm itikadına muhalif olarak ve birtakım batıl aklî delillerle tahkim edilmiş makaleler ve kitaplarla kütüphaneler dolmuştur.
Hissen gizli olan bazı şeyleri, görme duygusuyla keşif ve izah müşküldür. Denizlerin sularını riyazî olarak hesaplayınız şu kadar ton her gün buhar haline gelir eksileni hesaplayınız, şu kadar sene sonra bu deniz bitecek diye
riyazî bir neticeye varınız.
O an geldiği zaman denizlerin yine yerinde olduğunu göreceksiniz.
Zira deniz o kadar senede sularını değiştirebiliyor, bunu niçin düşünmüyorsunuz?
“Men fekade hissen fakade ilmen.”
Netice ölüm hakkında:
“Bilmiyorum!" tasrif edilmiş sıgasıyla yapayalnız kaldığımızı görürüz.
Ölümü, ilim, üniversite kürsüsünden değil iman kürsüsünden beklemek lazımdır.
Beni senelerce yazılarımdan takip eden muhterem okuyucularım, artık ben yalnız hatıralarım için yaşıyorum.
Bir çok hatıralar taşıyan insan ormanlardaki kurumuş meşe ağacına benzer. Bu meşe artık kendi yapraklariyle süslenmez.
Bazen çıplaklığını asırlar geçirmiş dallarının üzerinde biten yabani nebatlarla örter.
Bir müddet için sizlerden böyle uzak kalışım, ebedi âlemde ayrılmamak içindir.
Hayat geçicidir.
İnsanın ailesi bir gün gibi geçer gider.
Allah'ın takdiri onu bir duman gibi dağıtır.
Oğul ve kız babasını, babası oğul ve kızını, birader hemşiresini, hemşire biraderini pek az tanır.
Meşe ağacı etrafında palamutların filizlendiğini görür amma âdemoğulları bu saadetten de mahrumdur.
Bu sözler, gecenin derin karanlıkları içinde gizlenen ve kayaların arasından sızan sulariyle mevcudiyetleri meydana çıkan kaynağa benzer.
Bu kaynağı anlamanızı rica ederim.
Size rahmetli olmuş bir arkadaşımın söylediği sözlere ismimi ilâve ederek huzurunuzdan ayrılıyorum.
Duanızı dilerim!..
Bakanlar bana
Gövdemi görürler
Halbuki ben başka yerdeyim...
Günü gelince Gömenler beni Gövdemi gömerler Orada bile başka yerdeyim.
Gel aç üstümü ne görüyorsun Görünmeyeni.
Görebiliyor musun Doktor nerede Derman ne oldu?
Sana bana olan ona da oldu...
Kendi beyaz gömleği altında Birden yok oldu.
(Ruhun şâd olsun sevgili azîz Hocam!..)
“Eleyse zalike bikadirin 'ala en yuhyiyelmevra. : Peki (bunları yapan) Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?” (Kıyâmet 75/40)
Mukayyed : Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.
Müsterih : (Rahat. dan) İstirahat eden, rahat bulan.
Ma’lul : İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
Tevdi’ : Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak.
Ferd : Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.
Telâfi : Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.
Huruc : Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. * Ayaklanma, isyan etmek.
İnkıta’ : Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme.
Maada : Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
Mübeşşir : İyi haber verip sevindiren. Hayırlı haber veren. Müjdeleyen.
Saika : Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek.
Kisve : Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.
Anasır : Unsurlar, öğeler.
Vabeste : f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.)
Keyfiyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Gaddar : Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden
Maada : Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
Havi : İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan.
Muattal : Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel.
Müessir : Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı. * Hükmünü yürüten. * Eserin sahibi.
Müessirun fîh : Te’sirden etkilenen.
Ba’s-ü-bade’l-mevt : Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek. (Bak: Ahiret)
Âhiret : Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet; dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olamaz. Kur'an ve peygamberi inkar etmiş olur. İnsan ölüp toprak olduktan sonra onu kim diriltecek diyenlere Kur'anın pek çok cevaplarından biri meâlen şudur: "Onu ilkin kim yarattı ise, öldükten sonra da yine o diriltecek." (Bak: Haşir)
Haşr : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet. * Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb-üz Zeneb)
Acb : Kuyruk sokumu. "Us'us" denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.(Kur'ân-ı Kerim'de "Sure: 30. âyet: 27" Yani: "Sizin haşirde iâdeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır." Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peydâ eden zerrat-ı esasiyye, Hz. İsrâfil'in (A.S.) suru ile Hâlik-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk" demeleri ve toplanmaları aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde "Acb-üz zeneb" tâbir edilen ecza-i esasiyye ve zerrât-ı asliyye ikinci neş'e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakim beden-i insanîyi onların üstünde bina eder. S.)(Arkadaş! Zâhire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi "Acb-üz-zeneb" tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşvü nema ile teşekkül eder. İ.İ.)